Türkiye, 1 Ekim 2024'ten beri yeni bir süreçten geçiyor. PKK’nin silah bırakmasının ardından TBMM çatısı altında kurulan “Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” sürece yeni bir boyut kazandırırken, kadınların karar alma mekanizmalarındaki görünmezliği devam ediyor. Özge Genç siyasetteki kadın temsiliyetinin eksikliğini mercek altına alıyor.
PKK’nin fesih kararını ve sembolik silah yakma töreninin ardından, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde “Toplumsal Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” başlıklı bir komisyon kuruldu. Bu yeni yapının kompozisyonuna baktığımızda, sürece hangi aktörlerin yön vereceği konusunda bazı sorular kendiliğinden ortaya çıkıyor. Komisyonun 51 üyesinden yalnızca 10’u kadın; bu da %19,6’lık bir oran demek. Bu oran, Meclis genelinde hâlihazırda zaten düşük olan %20’lik kadın temsilinin bile altında kalıyor.
Komisyondaki kadın vekiller AKP, CHP ve DEM Parti saflarında yer alıyor. AKP’nin 21 üyeden 3’ü; CHP’nin 10 üyesinden 3’ü kadın milletvekillerinden oluşuyor. DEM Parti ise 4 üyeden 2’sini kadın olarak belirlemiş durumda. MHP ve diğer küçük partilerin temsilcileri ise tamamen erkeklerden oluşuyor. (T24, 11 Temmuz 2025)
Sorun yalnızca sayısal temsil eksikliği değil; bu tablo aynı zamanda süreç tasarımında dikkate alınmayan bir kaygının da yansıması. Komisyonun oluşumuna dair tartışmalarda kadın katılımının gündem edilmemesi, çok katmanlı bir kapsayıcılığın henüz düşünsel zemine oturmadığını gösteriyor. Evet, belki bu süreçle ilgili en son dertlenmemiz gereken şey “kaç kadın var?” meselesi gibi görünebilir. Ancak çözüm süreci gibi toplumsal düzeyde onarıcı etkisi olması beklenen bir inisiyatifin başlangıcında bu oranın sorgulanmamasına işaret etmek gerekiyor.
Komisyon yalnızca bir parça. Asıl tabloyu, çözümün TV ve dijital ekranlarda tartışılageldiği, Bahçeli’nin açıklamasını takip eden aylarda şekillenen medya alanı tamamlıyor. Bu tartışmaların kimler tarafından yürütüldüğüne baktığımızda, yine benzer bir tablo çıkıyor karşımıza. Televizyon programlarında, tartışma panellerinde ve sosyal medyada barış süreci hakkındaki görüşler büyük oranda erkek siyasetçiler, gazeteciler, akademisyenler, kanaat önderleri ve eski/yeni güvenlik bürokrasisi temsilcileri tarafından dile getiriliyor. Ve bu erkekler yalnızca yorum yapmıyor; birer “haklılık aktörü” olarak tartışmanın anlatısını da belirliyor. Sözcüler, fikir yürütenler, mikrofon uzatılanlar neredeyse istisnasız erkek uzmanlar.
Bu mesele özellikle makro siyaset, güvenlik ve “devlet aklı” ekseninde ele alındığı için erkeklerin kurduğu söylem daha da tahkim ediliyor. Tartışmayı yönlendirenler de anlatıyı şekillendirenler de neredeyse tamamen erkeklerden oluşuyor. Bu ortamda mikrofonu elinde tutanlar yalnızca kendi seslerini duyuruyor; farklı deneyimlere ve kapsayıcı bir tartışma kültürüne yer kalmıyor. Bu da, barış süreci gibi bir toplumsal mutabakat inşası hedefleyen bir süreçte, tek sesli bir çerçeve oluşturuyor. Kadınların bu sahada neden yeterince yer almadığını sormadan, sadece “kadınlar da masada olsun” demek eksik kalıyor.
Neden Katılım Şart?
Kadınların barış süreçlerine katılımı uzun süredir Birleşmiş Milletler’in Kadın, Barış ve Güvenlik (Women, Peace and Security - WPS) gündemi kapsamında ele alınıyor. 2000 yılında kabul edilen BM Güvenlik Konseyi’nin 1325 sayılı kararı ile başlayan bu çerçeve, çatışmaların önlenmesinden müzakerelere, geçiş adaletinden yeniden inşaya kadar tüm süreçlerde kadınların aktif ve anlamlı katılımını bir norm olarak tanımlıyor. 2025 yılı, bu kararın kabulünün 25. yılı olması bakımından da sembolik bir önem taşıyor. Türkiye’nin bu çerçevede hâlâ bir ulusal eylem planı bulunmuyor.
WPS çerçevesi, barışın yalnızca silahların bırakılmasıyla değil, toplumun tüm kesimlerinin güven duygusunun yeniden inşasıyla mümkün olabileceğini hatırlatıyor. Bu da yalnızca teknik uzmanlıkla değil; katılımın niteliğiyle ilgili.
WPS yalnızca eşit temsili değil, aynı zamanda barış süreçlerinin kalitesi üzerindeki etkisini de merkeze alıyor. Uluslararası literatür, kadınların yer aldığı barış anlaşmalarının daha uzun ömürlü olduğunu gösteriyor. UN Women verileri, kadınların katıldığı barış süreçlerinde anlaşmaların iki yıl sonra %20, on beş yıl sonra %35 oranında daha yüksek kalıcılık gösterdiğini ortaya koyuyor. Aynı araştırma, kadınların yer aldığı süreçlerde sivil toplum katılımının daha fazla olduğunu ve müzakerelerin şeffaflık kazandığını da vurguluyor (Council on Foreign Relations, 2023).
Kadınlar sürece yalnızca bir “ahlaki denge” unsuru olarak değil; sosyal meşruiyeti güçlendiren, farklı güvenlik tanımlarını gündeme getiren, yerel barış ağlarını harekete geçiren ve insani öncelikleri hatırlatan stratejik aktörler olarak katılıyor. Türkiye’nin de önümüzdeki dönemde gündemine alması beklenen silahsızlanma, rehabilitasyon ve yeniden topluma kazandırma (DDR) süreci açısından, bu tür katılım biçimlerinin sahici bir yerel meşruiyet sağlayacağı çok açık.
Dolayısıyla Türkiye örneğinde Meclis komisyonunun yalnızca kadın milletvekillerine değil, Meclis toplantılarına katılan sivil toplumdan, akademiden ve sahada çalışan uygulayıcı kadınlara da düzenli biçimde yer açması, yalnızca “çeşitlilik” değil, aynı zamanda kurumsal ciddiyet anlamına gelir.
Siyasi ve Medyatik Aktörleşmenin Cinsiyeti
Kadınların barış, uzlaşma, arabuluculuk ya da inşa süreçlerinde yalnızca bir empati figürü, toplumsal destek unsuru ya da çatışmasızlık sembolü olarak görülmesi de yeterli değil. Kadınlar aynı zamanda bilgi üreten, çözüm önerisi geliştiren ve karar veren politik aktörler.
Peki ya anlatı açısından? Medyada kadın sesinin neden önemli olduğunu anlamak için “aktörleşme sürecinin” nasıl şekillendiğine de bakmak gerekiyor.
Siyasi liderlik, kanaat önderliği ve hatta pratik düzeyde uzlaşmacı/arabulucu pozisyonlara ulaşmak yalnızca kurumsal yollarla değil, aynı zamanda güçlü informal ilişkiler aracılığıyla da mümkün olabiliyor. Kadınlar genellikle siyasi kariyerlerine daha düşük profilli rollerle başlıyor: yerel teşkilatlarda, danışman olarak, ya da bürokratik görevler üstlenerek. Buna karşın erkekler, daha erken yaşta ulusal siyaset sahnesine çıkıyor ve birbirini besleyen pozisyonlar sayesinde yukarı taşınabiliyor. Kadınlar belirli bir seviyeye ulaştıklarında ise ya orada sabitleniyor ya da sistem dışına itiliyor. Bu, klasik “cam tavan” meselesinin Türkiye siyasetine yansıması.
Bu süreçte erkeklerin oluşturduğu gayriresmî ağlar belirleyici rol oynuyor. Yemekli toplantılar, kapalı oturumlar, kulis sohbetleri gibi ortamlarda kadınlar çoğu zaman görünmezler. Siyasette “dayanışma” ya da “yetiştirme” pratikleri de çoğunlukla hemcinsler arası işliyor. Bu durum kadınların yalnızca sürece girmesini değil, içeride güçlenmesini de zorlaştırıyor.
Kanaat önderi olabilmek için yalnızca güçlü fikirlere değil, bu fikirleri meşrulaştıracak sosyal ağlara, görünürlük araçlarına ve yaygın bir dinleyici kitlesine ihtiyaç var. Ancak medya, bu alanlarda hâlâ erkeklerin lehine çalışıyor. Erkeklerin söyledikleri uzmanlıkla karşılanırken, kadınlar çoğu zaman temsil yüküyle medyaya çıkıyor. Hem kadın kimliklerini hem uzmanlıklarını aynı anda kanıtlamaları bekleniyor.
Bu baskıya uzun vadede dayanmak güçlü destek sistemleri gerektiriyor. Hatta kimi zaman, sırf bu destek eksikliği yüzünden, yetkin kadınlar kamusal alandan çekilebiliyor ya da daha güvenli, görünmez alanlara yönelebiliyor.
Medyada temsiliyet, kanaat önderliğinin en güçlü zeminlerinden biri. Kadınlar bu fırsatlardan sistematik olarak mahrum bırakıldığında ya da kendileri bu alanlara rağbet etmediğinde, toplumsal algı onları “otorite figürü” olarak tanımakta zorlanır. Bu görünmezlik, yalnızca bireysel bir eksiklik değil; kadınların kolektif aktörleşmesinin önünde yapısal bir engel hâline gelir.
Çatışma çözümü süreçlerinde daha uygulayıcı, özellikle de siyasi rollere bakıldığında da benzer bir tablo görülür. Ancak mevcut toplumsal cinsiyet algıları, bu sıfatları hâlâ erkek figürlerle özdeşleştirir. Kadınların güvenilirliklerini tekrar tekrar kanıtlamaları gerekir. Sürece girdikten sonra bile kalıcı bir rol elde etmelerinin önünde ciddi engeller bulunur.
Bu noktada haklı bir tartışma doğuyor: Kadınların süreçte yer alması elbette toplumsal cinsiyet eşitliği açısından kritik; ancak bu, her kadın aktörün otomatik olarak sürece olumlu bir katkı yapacağı anlamına gelmez. Kadınlar da tıpkı erkekler gibi siyasi hesaplarla hareket edebilir, fırsatçılık yapabilir ya da ayrıştırıcı roller üstlenebilir. “Kadın olmak”, otomatik olarak barışçıl, uzlaşmacı ya da demokratik bir katkı sunmak anlamına gelmez. Kadınları da birey olarak karmaşıklıklarıyla kabul etmek gerekir.
Sonuç Yerine: Mikrofonu Tutan Elleri Değiştirmek
Bu yazıyı yazarken kendime, “Bu konuda konuşmaya hakkım var mı?” diye sordum. Ve bu soruyu kendime sormam bile, bu yazıyı yazmam gerektiğini gösterdi. Çünkü bu soruyu erkekler genelde sormaz. Mikrofonu alır, oturur ve konuşurlar. Konuşurlar çünkü alışmışlardır; çünkü onlara konuşmaları gerektiği daha çocukken söylenmiştir.
Bizse hâlâ içimizden fısıldarız: “Acaba haddim mi?”
Bu yazı belki büyük bir değişim yaratmaz. Ama belki birileri, “Neden hep aynı adamlara mikrofon uzatılıyor?” diye düşünmeye başlar. Belki bir sonraki panelde “bir kadın da olsun” denmez de, “Bu kadın neden yok?” diye sorulur. Belki bir YouTube yayınında kadın bir analistin yorumu aranır. Belki bir haber programında kadının sesi, sadece ‘duyulmuş olmak için’ değil, tartışmayı yönlendiren bir bilgi olarak kabul edilir.
Kim bilir, belki bir gün kadınlar sadece “anneliğiyle barış getiren figürler” olarak değil, karar alan, çerçeve çizen, süreci belirleyen aktörler olarak yer bulur.
Ve son olarak şunu da not düşmek isterim: Bu sonuç yalnızca kadınların dışındaki etkenlerle ilgili değil. Kadınlar da daha fazlasını yapabilir, daha fazla bu konuyu sahiplenebilir, ekranı ve alanı zorlayarak kendilerine yer açabilir. Bunun yolunu açan kadınlar var.
Kadınların sesinin yalnızca duyulması değil, düşünceyi kuran, sözü yönlendiren, karar süreçlerini dönüştüren bir güç olarak kabul edilmesi; barış sürecinin yapısal kalıcılığı açısından artık dikkate alınması gereken bir mesele.