ARAMA
Makaleler
13.05.2021

Sinemacı kadınlar: Bir
varoluş mücadelesi

Bu sene En İyi Yönetmen Oscar Ödülünü Nomadland filmiyle Chloe Zao aldı. Adayların %34’ü kadındı. Kadınlar açısından pek çok ilk...

Gülsenem Gün

Chloe Zhao, Göçebe aktris Frances McDormand ile birlikte. (nomadlandfilm izniyle)

Makale

13.05.2021
12 DAKİKA OKUMA SÜRESİ

Gülsenem Gün

Dr. Gülsenem Gün, Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde görev yapmaktadır ve “Sinemada Göç ve Melezlik: Türk Sineması Örneği” başlıklı doktora çalışmasını 2014 yılında Paris 7 Üniversitesi’nde...
Devamını Oku...

Etiketler

PAYLAŞ

Bu sene En İyi Yönetmen Oscar Ödülünü Nomadland filmiyle Chloe Zao aldı. Adayların %34’ü kadındı. Kadınlar açısından pek çok ilk yaşandı. Peki, kadınlar sinemada ne kadar ve nasıl var olabiliyor? Sinema sektöründeki kadın – erkek eşitsizliğinin boyutları ne? En büyük engeller neler?

Bu yıl en iyi yönetmen Oscar’ını Chloé Zhao’nun alması, içinden geçtiğimiz bu karanlık günlerde geleceğe dair umutlarımızı yeşerten su damlacıklarından biri oldu. Diğer yandan adayların %34’ünün kadınlardan oluşması da sıra dışı bir tablo ortaya çıkardı. Bu oranın belgesel adaylığında %62’ye, kısa metrajda ise %50’ye çıkması da sevindirici. İlk kez iki kadın adayın, Chloé Zhao (Nomadland) ve Emerald Fennell (Promising Young Woman)’in, en iyi yönetmen dalında yarıştığı Oscar esasında sinema sektöründeki kadın-erkek eşitsizliğinin en çarpıcı göstergelerinden biri.

Eşitsizliğin görece azalmaya başladığı 1990’dan bugüne bile ödülleri alanların %85’i erkek sinema çalışanlarından oluşuyor. Kadınlara verilen ödüllerin en büyük kısmı ise kostüm, makyaj ve dekor dallarından geliyor.1 Görüntü, ses ve özel efektler alanları ise neredeyse tamamen erkeklerin kontrolünde, örneğin bugüne kadar ödül alan bir kadın görüntü yönetmenine rastlayamıyoruz.

Akademi’nin 1929’dan beri verdiği ödüllerde en iyi yönetmen ödülü ilk kez 2010’da bir kadın adaya, Kathryn Bigelow’a verildi. Bigelow Hurt Locker (Ölümcül Tuzak) ile Oscar’daki cinsiyet eşitsizliğiyle ilgili bir tabuyu yıksa da filme yönelik nitelik tartışmaları, neredeyse tamamında erkeklerin göründüğü bir savaş filminin kadın-erkek eşitliğine ne derece hizmet ettiği sorusunu gündeme getirdi. Oysa Bigelow bu filmle tam da erkeklere mahsus kabul edilen bir alana girerek savaşın yıkıcılığını ve kaslı ve yıkılmaz Amerikan askerinin çaresizliğini ortaya koyuyordu. Erkekler yüzyılı aşkın biz süredir sinemada kadınların hikayelerini anlatabildiklerine göre Bigelow da erkeklerin hikayelerini anlatıyordu ve üstelik pek çok filminde bunu erkeklere dair yerleşik temsillerin dışına çıkarak yapıyordu.

Söylemsel gettolardan kurtulmak

Sinemada kadın varlığı ve görünürlüğüne dair en temel taleplerden biri sayısal eşitlikse bir diğeri de söylemsel gettolardan2 kurtulmaktır. Yani sinemanın tüm türleri, konuları ve araçları sinemacı erkekler kadar kadınların da özgür tercihlerine bağlıdır. Ancak elbette Zhao’nun olağanüstü oyunculuğu ile üçüncü kez Oscar kazanan Francis WcDormand’lı Nomadland’i, hikayenin merkezine bir kadını koymasıyla bu eşitliğe bir boyut daha kazandırır.

Sinemada sadece sektörel anlamda değil film içeriklerine bakıldığında da kadınlara yönelik bir ayırımcılık göze çarpar. Kadınları odağına alan hikayelerin azlığı bir yana, onların yaşantılarını, tercihlerini, çeşitli alanlardaki varoluş mücadelelerini ve dayanışmalarını ortaya koyabilecek çeşitlilikte ve derinlikte karakterlerin azlığı da temsil düzeyinde büyük bir eksiklik yaratır. Sinemada kadın temsilleri, bu alanda çalışan araştırmacıların ilk araştırma alanı olmuş, bu çalışmalara öncülük eden feminist film kuramcısı Laura Mulvey’den bu yana erkek bakışı ile sinemaya aktarılarak bir arzu nesnesine indirgenen kadın karakterlerin yalnızca popüler sinemada değil pek çok saygın “auteur”ün3baş yapıtında da karşımıza çıktığı ortaya konmuştur.

Öte yandan bugün artık hepimizin aşina olduğu ve filmlerde görmekten sıkıldığımız çaresizce kurtarılmayı bekleyen, pasif, mağdur kadın tiplemeleri de giderek daha geniş bir kesimde eleştiriliyor. Bu bağlamda Francis Mc Dormand’a ilk Oscar ödülünü getiren karnı burnunda hamile polis memuresi (Fargo, Cohen Kardeşler, 1996) ve ikinci Oscar’ını kazandığı adalet savaşçısı anne karakteri (Three Billboards Outside Ebbing, Missouri, Martin Mc Donagh, 2017) de tıpkı Nomadland’de büyük bir başarı ile canlandırdığı kimseye muhtaç olmadan hayatta kalmaya çalışan ve bu uğurda evsizliği tercih eden Fern karakteri gibi kadınlara, onlara uygun görülen klişe tiplemelerin çok ötesinde bir temsiliyet kazandırıyor.

Kadınların bir diğer mücadele alanı: Yaşçılık

McDormand’ın bu yıl kazandığı ödül başka bir temel mücadele alanına da dikkatimizi çekiyor: Yaşçılık.

Oscar tarihi boyunca en genç adaylar hep en iyi kadın oyuncu dalında karşımıza çıkıyor. Önceki yıllara göre aradaki uçurum kapanma eğiliminde ise de aradaki fark devam ediyor, örneğin bu yıl kadın oyuncu adaylarının yaş ortalaması 44 iken erkeklerinki 54. Francis Mc Dormand ve Merly Streep gibi 60’larındaki isimler bu durumun en önemli istisnaları. Belli bir yaşın üstündeki kadın oyuncular ağırlıklı olarak yardımcı oyuncu dalında aday oluyor.

Kısacası, Amerikan sinemasında filmin asıl erkeği her yaştan olabiliyorken asıl kadın genç (ve tabi güzel) olmak durumda. Aslında önemli bir ayırımcılığa tanıklık ettiğimiz bu durum dünyanın her yerinde, hatta eşitlik konusunda önemli mücadelelerin verildiği Fransa’da da geçerli. Fransa’nın en önemli sinema kuruluşu Ulusal Sinema Merkezi (CNC) tarafından yapılan araştırmaya göre, 2019’da oyunculuk yapan kadınlar sadece 20-29 yaş aralığında çoğunlukta. Oysa 40 yaşın üzerine çıkıldığında oyunculuk yapanların yalnızca üçte biri kadın ve son yıllarda aradaki bu fark artış eğiliminde.

Fransa’daki araştırmada sayısal eşitliğe yaklaşılan tek gösterge de yine Oscar’ı doğrular nitelikte: Belgesel sinema alanında faaliyet gösteren yönetmen kadınların oranı. Ancak bu oran yalnızca kadınların sinematografik tercihleriyle ilişkili değil. Belgesel sinema, kurmacaya göre maliyetlerin daha düşük ve bağımsız olarak faaliyet gösterebilmenin daha mümkün olması nedeniyle kadınların üretkenliğine daha geniş bir alan sağlar. Başlangıçta kadınların da var olabildiği bir alan olan kurmaca film endüstrisinin büyük bütçeleri erkeklere emanet ederek kadınları üretimden dışlaması ise 1930’lu yıllara ve sesin sinemaya eklendiği döneme uzanır.

İlk kurmaca filmin yönetmeni bir kadın

Oysa sinema tarihinin ilk kurmaca filminin yönetmeni bir kadındır. Paris’te halka açık ilk film gösterimine izleyici olarak katılan Alice Guy bu gösterimin hemen ardından yönetmenlik alanında kendini yetiştirerek çalışmakta olduğu Gaumont şirketi bünyesinde 100’e yakın filme imza atar. Bunların ilki 1896 yapımı Lahana Perisi’dir. Bu film de tıpkı kurmaca filmin “babası” olarak kabul edilen Melies’in filmlerindeki gibi sihir ve fantastik öğelerle yüklüdür. Ancak sinema tarihini yazanlar nedense sihirli değneği ile lahanalardan minik bebekler çıkaran periye, sihirli değneği ile insanları iskelete dönüştüren sihirbaz kadar geniş yer ayırmaz. Ay’a Yolculuk’tan (1902) yıllar önce çekilen Lahana Perisi ve yönetmeninin tarih (his-story) kitaplarında bir dipnot olmaktan çıkıp hak ettiği önemi kazanması 90’lı yılları bulur. Bu dönemden itibaren toplumsal cinsiyet konusundaki hassasiyeti bütüncül bir bakışla tarih çalışmalarına da yansıtan yeni yayınlarda Alice Guy ile ilgili daha fazla bilgi bulmak mümkün olur. Kariyerine Amerika’da devam eden Fransız yönetmen yukarıda sözünü ettiğimiz sesli döneme kadar hem yapımcı hem de yönetmen olarak farklı türlerde ve uzunluklarda binden fazla filmde görev alır.

Sessiz sinema döneminde dünyanın çeşitli yerlerinde film yapan Lilian Gish, Germaine Dulac, Lois Weber, Grace Cunard, Fatma Begum gibi başka yönetmen kadınlar da yaratıcı işlere imza atar, oyuncu yönetiminden özel efektlere birçok alanda öncülük yaparlar. 1927’de sesli dönemin ilk filmi kabul edilen Jazz Şarkıcısı (Alan Crosland) sinemanın dev bir endüstriye dönüşmesinin de habercisi olur. Bundan böyle sesli olarak çekilmeye başlanan filmler çok daha büyük teknik olanaklar, donanımlı stüdyolar ve geniş ekipler gerektirir ve bunları sağlamak için gereken büyük bütçelerin sorumluluğu da yapım şirketleri tarafından erkeklere emanet edilir.

Sinemanın giderek daha da popülerleşmesi ve geniş kitlelere ulaşması ile gişede risk yaratmayacak türler ve formüller de iyice belirgin hale gelir. Böylelikle bir yandan kadınlar sinema endüstrisinden tasfiye edilirken bir yandan da yaratıcı ve deneysel formlar varoluş imkanını yitirir.

60’lı yıllardan itibaren Fransız Yeni Dalgası ile birlikte sinema bir kez daha deneyselliğe ve yaratıcılığa kapılarını açsa da erkek egemenliği yerleşik hale gelmiştir bir kere ve çoğunlukta oldukları için bahsi geçenler yine erkeklerdir. Yeni Dalga’nın uluslararası olarak en tanınmış yönetmenleri kurmaca film yapan Godard, Chabrol, Truffaut ve Resnais ise de belki de belgesele daha yakın durduğu için onlardan daha az tanınan Agnes Varda en az onlar kadar üretken, öncü ve yenilikçidir.4 Bu noktada belgesel, kurmaca film çeken erkeklerin egemenliğindeki sinemada çağına tanıklık etmek isteyen sinemacı kadınların temel ifade alanı haline gelir.

Bütçe ve ücrette de eşitsizlik

Öte yandan kadınlara yönelik bütçe ve ücret eşitsizliğinin sinemadaki yansımaları da çarpıcıdır. Kadınlara yönelik ayırımcılıkla mücadelenin öncü isimlerinden Fransız sinema tarihçisi ve araştırmacısı Geneviève Sellier’nin birçok çalışmasında belirttiği gibi 2000’li yıllardan bu yana Avrupa’da yönetmen kadınlar bütçelerin ortalama %20’sinden faydalanabiliyorlar.5

2019’da Fransa’da kadınların bütçelerden faydalanma oranı %15. Diğer yandan yönetmen kadınlar erkeklere göre %37 oranında daha düşük ücret almışlar. Çekilen filmlerin yalnızca dörtte biri kadınlar tarafından yönetilmiş.

Peki, dünyanın sinema endüstrileri açısından en gelişmiş ülkelerinde durum böyle iken Türkiye’de durum nasıl?

Ülkemizde sinema faaliyetlerinin başladığı 20. Yüzyıl başından 1950’lere kadar kadınlar yalnızca oyuncu olarak karşımıza çıkar, başlangıçta Müslüman kadınların oyunculuk yapmasına müsaade edilmezken, 1922’de Kuva-yı Milliye ruhunu yansıtan Ateşten Gömlek filmi ile birlikte bu kısıtlama kalkar.

Yönetmen koltuğuna oturan ilk sinemacı kadın ise yine oyunculuktan gelen bir isim olan Cahide Sonku’dur. 1951’de ortak yönetmenliğini yaptığı Vatan ve Namık Kemal filmi ile yönetmenlik kariyerine başlayan Sonku aynı zamanda yapımcı olarak da pek çok filme imza atar. Hem yapımcısı hem de ortak yönetmeni olduğu Zeki Müren’li Beklenen Şarkı (1953) sinemayı özellikle kadın izleyicilere ve geniş kitlelere sevdiren Yeşilçam’ın klasiklerinden biri haline gelir.

Yeşilçam döneminde onu sinema tarihinde en çok filme imza atan yönetmen kadın olan Bilge Olgaç izler. Yönettiği 37 filmin çoğunu Yeşilçam döneminde çeken Olgaç, 70’li yıllardan itibaren daha gerçekçi bir üslupla toplumsal sorunlara eğilen filmler yapmaya başlar. Özellikle 80’lerde Kaşık Düşmanı (1984) gibi uluslararası ödüller de getiren ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dikkat çeken filmleriyle Türkiye’deki feminist mücadelenin de bir parçası olur. O yıllardan günümüze Işıl Özgentürk, Biket İlhan, Tomris Giritlioğlu, Handan İpekçi, Yeşim Ustaoğlu, Pelin Esmer, Zeynep Dadak gibi bağımsız sinemanın ve “auteur” sinemasının az sayıdaki önemli örneğine imza atan sinemacı kadınlar yukarıda sözünü ettiğimiz eşitsizliklerin benzerleriyle mücadele ederek sinema kariyerlerini sürdürürler. Tabu olarak görülen konuları işledikleri ve biçimsel yenilikler denedikleri filmleriyle hem yaşadıkları çağa tanıklık eder hem de sinema sanatına katkıda bulunurlar. Diğer yandan popüler filmler çeken Türkan Şoray, Birsen Kaya, Semra Dündar, Tuğçe Soysop gibi yönetmenler ise erkek egemenliğinin daha da yerleşik olduğu bir alanda sinema faaliyetlerini sürdürmeyi başarırlar.

Film sektöründe kadınların ağırlığı arttı

Ne yazık ki Türkiye’de sinema sektörü ile ilgili Fransa’dakine benzer araştırmalara olanak sağlayacak kayıtlara ve istatistiklere ulaşmak pek mümkün değil. Bu alana girdiğimizde bizi öncelikli olarak zorlu bir veri toplama işi bekliyor6. Ülkemizde sinema ve dizi sektöründe toplumsal cinsiyet alanındaki çalışmaları ve kapsamlı araştırmalarıyla bu alandaki araştırmacılara öncülük eden Hülya Uğur Tanrıöver ile birlikte geçtiğimiz aylarda gerçekleştirdiğimiz bir araştırmanın verileri burada da umutlarımızı yeşertiyor. Buna göre 80’li yıllarda yapılan kurmaca filmlerin yalnızca %1’inin yönetmeni kadınlar iken, 2010-2019 yılları arasında yapılan filmlere baktığımızda bu oranın %9,5’a yükseldiğini görüyoruz. Bu görece olarak önemli bir aşama.

Geçtiğimiz yıl Hayaletler ile Altın Portakal’ı alan Azra Deniz Okyay’ın kadın olduğu için elinden birçok işinin alındığını ifşa ettiği ödül konuşmasında da belirttiği gibi kadınların bu noktaya gelmesi hiç de kolay olmaz. Türkiye’de film yapan kadınların %67’si yalnızca tek bir film çekebilmiştir. Kadınların sinemayı hayatlarını kazanabilecekleri bir meslek olarak sürdürebilmeleri ve yeni filmler çekebilmeleri için bir yandan kolektif bir mücadele diğer yandan da resmi düzenlemeler ve kotalarla haklarının korunması gerekiyor.

Kadın ve erkekler arasında sayısal eşitliğin sağlanacağı bir geleceğe dair umutlarımızın arttığı bir dönemde, yönetmenlerin cinsiyetini değil yalnızca filmlerinin niteliklerini inceleyeceğimiz yazılarda buluşmak dileğiyle…

1https://www.lepoint.fr/cinema/oscars-ou-sont-les-femmes-25-04-2021-2423651_35.php

2Bu kavram Hamid Naficy tarafından göçmen sinemacıları ele aldığı kitabında, bu sinemacıların belli tür ve kalıplarla sınırlanarak aynı türden üretim yapmaları konusunda baskıya uğramalarını eleştirmek için kullanılır. Bkz. An Accented Cinema: Exilic and Diasporic Filmmaking, Princeton University Press, 2001.

31950’li yıllarda Fransa’da Cahiers du Cinéma isimli sinema dergisi için film eleştirileri yazan Agnès Varda, Jean-Luc Godard, François Truffaut, Eric Rohmer gibi sinemaseverler André Bazin’in fikirlerinin de etkisiyle sinemada yönetmenin asıl söz sahibi olması gerektiğini savunan bir sinema akımını başlatırlar. Yeni Dalga ismiyle anılan ve başta Hollywood olmak üzere tüm dünyada sinemaların yapımcıların egemenliğinde olduğu bir dönemde yönetmenin basit bir teknisyene indirgenmesine karşı çıkan sinemacılar tarafından coşkuyla karşılanan bu akım bağımsız ve deneysel sinemanın yeniden canlanmasını sağlar. Yukarıda adını andığımız Fransız sinemacılar Hollywood gibi ticari bir dev yapı içinde bireysel üsluplarını yaratmayı başaran Alfred Hitchcok ve Howard Hawks gibi yönetmenlere hayranlıkla yaklaşırlar. İngilizce ve Fransızca’da edebi bir terim olarak kullanılan ve yazar anlamına gelen “auteur” (author) kavramı da bu bağlamda filmin her aşamasında söz sahibi olan senarist-yönetmen anlamında kullanılmaya başlanır. Ancak zamanla büyük çoğunluğu erkeklerden oluşan bu senarist-yönetmenler bir yandan kollektif bir kültürel ürün olan filmi tek bir imzaya indirgeyerek kendi bireysel imzalarının tutkunu olmakla ve geniş bir ekibin emeği ve yaratıcılığını ikinci plana itmekle diğer yandan da toplumsal meselelere duyarsızlıkla eleştirilirler. Kurmacalarında bile belgesele yakın bir uslup tercih eden ve hem kadınların, hem de toplumda tüm dışlananların hikayelerine kamerasını yönelten Agnès Varda bu dönemin auteur’leri içinde bireyci olmayan duruşuyla farklı bir konuma sahiptir. Mulvey çok ses getiren 1975 tarihli “Visual Pleasure and Narrative Cinema” başlıklı makalesinde işte auteur sinemasına da öncülük eden bu meşhur yönetmeni, Hitchcock’u feminist bir bakış açısıyla eleştirir. Psikanalizden yararlandığı bir analiz yöntemiyle Hitchcock’un filmlerindeki röntgenci bakışı ve kadının arzu nesnesine dönüştürülmesini ortaya koyar.

4Varda’nın 1954 yapımı La Pointe Courte filmi pek çok Fransızca kaynakta akımın ilk örneği olarak kabul edilir.

5Bu oran kuzey ülkelerinde, örneğin İsveç’te %30’a çıkarken güney Avrupa’da %10’lara kadar düşüyor. Daha fazla bilgi için bkz. Geneviève Sellier, La place des femmes dans l’industrie cinématographique en 2019, James Damore’un 2017’de çalışanlara gönderdiği ve cinsiyetler arası biyolojik farklara dair savlar içeren, çoğulculuk ve kapsayıcılık politikalarının ters ayrımcılık (reverse discrimination) anlamına geldiğini savunduğu e-posta skandalını hatırlamak yeterli.

6Türk Sineması’nda yönetmenlik yapan kadınlarla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Semire Ruken Öztürk, Sinemanın Dişil Yüzü, Om Yayınevi, 2004. Hülya Uğur Tanrıöver “Women as Film Directors in Turkish Cinema”, European Journals of Women Studies, 26 Mayıs 2016 https://journals.sagepub.com/doi/full/10.1177/1350506816649985

Görsel: Chloe Zhao, Göçebe aktris Frances McDormand ile birlikte. (nomadlandfilm izniyle)

Diğer Yazılar

Soru ve mesajlarınızı e-posta yoluyla bize iletebilirsiniz.

E-Posta Adresi:
info@sessizolmaz.org
Bizi Takip Edin

©2025 Tüm hakları saklıdır.