Göze sokulmamış herhangi bir şeye yok muamelesi yapan çağımızda, medyada kadınların birey olarak var olma hakkı görmezden geliniyor. Oysa daha demokratik bir dünya kurmanın yolu, kadınları da görmekten geçiyor.
Sanki kendimizi, inançlarımızı, duruşumuzu, tükettiklerimizi göze sokma çağında yaşıyoruz. Kendi kendimize var olduğumuzu ispatlama yarışında gibiyiz ve bunun yolunun da görünür olmaktan geçtiğini sanıyoruz. Kendimizi görünür kılmak için ise sosyal medyayı kullanıyoruz.
Ana-akım medya da görünür olma çağının savaş alanlarından biri. Göstermek istediğini gözümüze sokmak için elinden geleni yapıyor. Fakat asıl mesele gözümüzden kaçırdıklarında. Bu yalnızca Türkiye için değil, bütün dünya için böyle.
Gözden kaçırılanlar yalnızca kendi haklarını savunamayanlar, sessizler, dezavantajlı gruplar değil. Toplumun yarısını oluşturan kadınlar da, gerek sosyal medyada gerekse ana akım medyada birey olarak gözlerden kaçırılıyorlar. Baskın medya kültürü yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın hemen her yerinde şüphesiz farklı tonlarda ama sonuçta aynı tavır içinde; kadınları kendi kişilikleri, kimlikleri olan bireyler olarak değil, birinin eşi, kızı ya da herhangi bir konunun, daha çok da moda, eğlence ve magazinin nesnesi olarak sunma, evet doğru kelime bu, sunma eğilimi içinde.
Sonra da kadına yönelik şiddetten, kız çocuklarının eğitimine yeteri kadar önem verilmemesinden, kadınların ekonomik hayata katılımının azalmasından, kamu sektöründe kadınların yeteri kadar temsil edilmemesinden, her 8 Mart’ta ya da 25 Kasım’da medya olarak samimiyetle şikâyet ediyor, ediyoruz.
Samimiyiz, çünkü bütün bu haksızlıklar canımızı yakıyor ama aynı zamanda sorumsuzca davranıyoruz çünkü kadınlara medyada birey olarak görünürlük sağlamadığımız sürece, bütün bu sorunları ortaya çıkaran kültürü ve alışkanlıkları, bilerek ya da bilmeyerek yeniden üretiyoruz. Kadınların medyada görünür olmasının, değerlerinin anlaşılmasının, eşit haklara sahip bireyler olarak kabul edilmesinin, demokrasinin olmazsa olmazı olduğunu gözden kaçırıyoruz.
30 yıla yaklaşan gazetecilik deneyimimden biliyorum ki, bunu çoğu zaman üzerine düşünmeden yapıyoruz. Mesleğe ilk başladığımızda büyüklerimizden gördüklerimiz ya da editörlerimizin talepleri ve dayattıkları bir süre sonra alışkanlığımız oluyor, bazen de kolaya kaçıyoruz. Bu tuzağı fark edip, ona düşmeye direnmek gerçekten de farkındalık gerektiriyor, farkındalık da yetmiyor, epey bir çalışıp çabalamak gerekiyor.
Tuzağa düşme şekilleri
Bu tuzağa düşmenin birçok farklı şekli var. Birincisi ve en çok yaptığımız, siyaset, güvenlik, teknoloji gibi ‘ciddi’ meselelerde erkekleri uzman olarak görmek, kadınların uzmanlıklarını da moda, çocuk bakımı, ev işleri gibi alanlara hapsetmek. Eh, kadına yönelik şiddet meselesinde bazen kadın uzmanları hatırladığımız da oluyor.
Kutsal ‘haber kaynağı telefon rehberlerimizde’ ya da ‘excel listelerimizdeki’ kadınların sayısı ne kadar da az. Oysa Türkiye’de akademinin yüzde 45’i kadın. Sivil toplumda, temsilci niteliği taşıyan kadınların sayısı da epey fazla. Siyasette hak ettikleri gibi temsil edilmeseler bile deneyimlerimizden ve gözlemlerimizden biliyoruz ki siyaset alışkanlıklarının yükünü çekenlerin, yapılması gereken işleri yapanların önemli bir çoğunluğu kadın.
Demek ki öncelikle yapmamız gereken, telefon rehberlerimizdeki kadın uzmanların sayısını arttırmak için çabalamak, bunun için mesleki dayanışma göstermek ve kadın uzmanlar rehberini daha çok devreye sokmak için gerekirse editörlerle ya da yerleşik medya düzeniyle tartışmayı göze almak.
Fakat mesele burada bitmiyor, elbette.
Kadınların uzmanlıklarını ve/ya topluma yaptıkları katkıları göz ardı etme eğilimimiz yetmiyormuş gibi, kadına söz verdiğimizde bile cinsiyetçi olmaktan kendimizi alamıyoruz. Mesela, kadın bir hukukçuya tutup “Bir kadın olarak bu konudaki görüşünüz nedir?” diye sormakta bir sakınca görmüyoruz. Bunu yaparken kadınları, kendi cinsiyet alanlarına hapsettiğimizi fark etmiyoruz. Kadınların, elbette toplumsal cinsiyetleri nedeniyle kendilerine özgü deneyimleri olabilir ama bu onların toplum adına da konuşabileceği gerçeğini değiştirmez.
Tabii bazen, kadın kontenjanı dolsun diye stüdyoya çağrılan kadınların fikirlerine kulak verilmek için orada olmadığını anladığımız da oluyor. Kadınların gerek programların sunucuları gerekse de diğer erkek konuklar tarafından konuşturulmaması, sözünün kesilmesi, mimiklerle küçümsenmesi, kadın uzman ağzını açar açmaz “sen ne bilirsin ki” tavırları, kısaca o kadınların şahsında bütün kadınlara yapılan eril- bilmişlik de sorunlarımızdan biri olarak duruyor.
Kadınlar nerede?
Kadınlara mikrofon uzatmak gerekli bir adım, ancak elbette yeterli bir adım değil. Hayatta olan bitenlerle ilgili yeterli ve nesnel bilgileri kendi kararlarını almaları için vatandaşlara aktarmakla yükümlü olan medya çalışanları, yurttaş gazeteciliği yapanlar veya sosyal medyada aktif bireylerin gözden kaçırdığı başka bir nokta ise gündemin eril bakış açısıyla belirlenmesi.
Bunu da iki yolla yapıyoruz. Birincisi, neyin haber olup olmadığına karar verirken, kadınları yani toplumun yarısını çok daha yakından ilgilendiren meseleleri görmezden gelerek ya da haberleştirdiğimiz konularla ilgili, “Bu mesele kadınları nasıl etkileyecek” sorusunu sormayarak… Farkında bile değiliz ama bunları gözden kaçırmak yaptığımız haberlerin, haber olarak niteliklerini de düşüren unsurlar.
Demek ki “kadınlar bu haberin neresinde” diye sormayı gözden kaçırmamamız gerekiyor.
Aklımızda tutmamız gereken başka bir şey de, bir haber konusu olan gelişmede ya da olayda kadınların yer almamasının aslında başlı başına bir haber olduğu gerçeği... Bakanlar Kurulu’nda kadın yoksa bu bir haber, bir sivil toplum örgütünün düzenlediği eylemde kadınlar yoksa bu da bir haber.
Kadınların gündemi belirlemesini sağlamak da elbette önemli. Kadın hakları ve eşitlik mücadelesi veren kurum ve kuruluşları izlemek, onların çalışmalarını, raporlarını haberleştirmek, kadınları görünür kılmak ve dolayısıyla toplumun demokratikleşmesine katkı sağlamak için gözden kaçırmamamız gereken sorumluluklar arasında.
Ya göze sokulanlar?
Elbette bir de göze sokulduğu için kadınların, dolayısıyla toplumun ve demokrasinin zararına sonuçlanan medya alışkanlıkları var. Üretilen içeriklerde tekrar edilen kadın karşıtı klişeler, basmakalıp sözler, eril şiddet kültürün değerlerini yansıtan ifadeler, klavyemizden öylesine çıkan kelimeler...
Dilimiz ve kelimelerimiz yalnızca düşündüğümüzü yansıtmıyor, düşüncelerimize de şekil veriyor. Kullandığımız kelimeler kadınların önemsiz ve hakları göz ardı edilebilecek, yetersiz, bağımlı, ikinci sınıf bireyler olduğunu ima ettiklerinde hem bizim hem de okurlarımızın, takipçilerimizin düşünceleri oluyor. Niyetimiz bu olmasa da böyle oluyor. Mesela, ‘kız alıp-vermekten’ söz ediyoruz, kadınları niyetimiz o olmasa bile, alınıp verilebilecek bir konuma indirgiyoruz. Ya da bilim adamları, diyoruz, sanki bilim kadınları yokmuş gibi. ‘Adam olmaktan’ söz ediyoruz, yani güvenilir olmayı ‘erkeklikle’ bağdaştırıyoruz.
Klişeleri yeniden üretmemizin başka bir yolu da, haberin konusu olan bireyleri cinsiyetleri ile anmak. En basitinden kadın mühendis, kadın doktor, demek mesela… Erkek mühendis, erkek doktor diye belirtme ihtiyacı hissetmezken, ‘kadın’ diye belirtmemiz, öyle düşünmesek bile, aslında kadınların bu işleri yapamayacaklarını ima etmiyor mu? Üç çocuk annesi sarışın güzel kadın diyoruz; peki ama siz hiç dört çocuk babası, kaslı, esmer erkek tanımı gördünüz mü medyada? Ya da tutup diyoruz ki, en mutlu günlerinde… Evliliğin en mutlu gün olduğu, dolayısıyla herkesin evlenmesi gerektiğini ima etmek, yerinde bir ifade mi acaba? Yoksa kullandığımız klişeler kadınların, belli bir davranış kalıbına uyması yönündeki beklentiyi vurgulamaktan başka bir şey değil mi?
Hiç farkında olmadan, bazı kişilik özelliklerini de kadınlara ve erkeklere aitmiş gibi yansıtan cümleler kurduğumuz da oluyor. Duygusallığı, sakinliği, iş birliğini kadınlara atfediyoruz mesela.
Baskın kültürün klişelerine uymayan kadınları damgalamaktan, adlandırmaktan da çoğu zaman çekinmiyoruz. Yardım derneklerinde çalışan kadınlar ‘melek’ oluyor, çocuklarını terk etmiş babalara yakıştırmalarda bulunmuyoruz ama anneler hemen canavar oluveriyor.
Yeniden üretmeyi sevdiğimiz başka bir klişe de kadınları “kurban” göstermek. Kurban kelimesi zaten başlı başına sorunlu, zira bir kez kurban olunduğunda acımaktan başka yapılacak bir şey yokmuş çaresizliğini bulaştırıyor bütün topluma. Oysa bireyleri kurban değil, mağdur görmek, dayanışmayı teşvik etmek, aynı durumda olabilecekler için çözüm yollarını göstermek de bizim sorumluluğumuz.
Kadına yönelik şiddet haberlerini aktarırken yaptığımız hatalar belki de en vahim hatalarımız. Şiddet gören kişi, toplumsal cinsiyeti nedeniyle mi, bu şiddetin mağduru oldu, sorusunu sormak, her şeyi netleştirebilecekken bunu yapmıyoruz, daha fenası, faillerin öne sürdükleri bahaneleri şiddetin gerekçesi olarak gösterirken, şiddeti meşrulaştırdığımızı fark etmiyoruz bile. Romantize ederek ya da pornografikleştirerek, yalnızca mağdurların haklarını çiğnemekle kalmıyor, bu kültürü yeniden ve yeniden üreterek, bir anlamda sonraki şiddet gösterilerine istemeden de olsa zemin hazırlamış oluyoruz.
Medya olarak eksiğimiz çok yani. Üstelik kendi içimizde de eksiğiz, belki kadın gazetecilerin sayısı artıyor ama kadın medya yöneticileri neredeyse yok. Ekonomi, diplomasi muhabirleri var ama toplumsal cinsiyet muhabirleri henüz bizim ülkemizde yok.
Ama öte yandan değiştirmeye başlamak da bizim elimizde. Minik adımlarla başlayabiliriz işe, örneğin haberini yaptığım konuda kadın uzmanlardan da görüş aldım mı, sorusunu sorarak. Bu soruyu sorduğumuzda ve gereklerini yerine getirdiğimizde, her şeyden önce toplumun yarısını oluşturan kadınların temsil edilmesini sağlayacağız, farklı bir bakış açısı sunarak haberimizi zenginleştireceğiz, kadınların değerlerinin ve topluma katkılarının altının çizilmesini sağlayacağız, bu yapılınca kadınlar üzerinde güç kurmayı hedefleyen eril şiddeti yıpratacağız, bir yerlerde bir kız çocuğuna rol modeli sunabileceğiz.
Aslında belki de unutmamamız gereken küçücük tek bir soruyla: Bu haberde kadınlar nerede?
Görsel:
Markus Spiske'nin fotoğrafı
Rawpixel'in izniyle kullanılmıştır.