6 Şubat depremleri yerel üreticiyi derinden sarstı. Deprem bölgesindeki yerel üreticilere sürdürülebilir bir destek sağlamak mümkün mü? İşletmeci ve girişimci Özgün Akbayır'a sorduk.
DEPREMİN ARDINDAN SOSYAL SATIN ALMA: BİR GİRİŞİMCİNİN HİKAYESİ
Silivri’de bir çiftlik-otel işleten, eski gazeteci, Özgün Akbayır Türkiye’yi derinden sarsan 6 Şubat 2023 depreminin dördüncü günü Hatay’daydı. O günden beri deprem bölgesindeki işletmelerle temas ve iş birliği halinde. Amacı bölge işletmelerine sürdürülebilir destek sağlamak, çünkü ihtiyaç sadece kısa süreli ve tek seferlik yardımlar ile karşılanamayacak kadar büyük. Özgün Akbayır ile deprem sonrası gözlemlerini, kendi deneyimden yola çıkarak yapılabilecekleri konuştuk.
Seni tanıyabilir miyiz?
45 yaşında iki çocuk annesi bir işletmeciyim, aslında iş hayatına biraz tersten başladım. Lisans eğitimim işletme üzerine, üniversiteden sonra televizyona ve haberciliğe duyduğum tutkuyu keşfettim ve yüksek lisansımı televizyon haberciliği üzerine yaptım. İş hayatıma bir haberci olarak başlayıp, şimdi yeniden üniversitede okuduğum mesleğe, işletmeciliğe döndüm.
11 yıl habercilik yaptım, ağırlıklı olarak da belgesel ve dış haberde çalıştım. Habertürk, Pusula Haber Programı, Business Channel, Six News ve son olarak El-Cezire. Bu dönemin bir kısmını Amerika’da deneyimledim. 11 Eylül zamanıydı, her şey toz dumandı, New York’ta haberin içine düştüm ve 2014’e kadar da çıkamadım.
Sana kadın girişimci diyebilir miyiz? Kadın girişimci olmak zor mu?
Deriz tabii, kadınım ve girişimciyim. 7 yıl önce ailemin yaşadığı çiftlik evini tarım da yapan bir otele dönüştürmek istedim. O zaman sadece aileye yetecek kadar tarım yapıyorduk. Çiftliği işletmeye başladığımda arkamda ailem ve elimde bir rezervasyon defteri vardı. Yemekleri de ben yaptım, gerektiğinde oda, mekân temizliğini de. 3 yılın sonunda 5 kişi olduk, bugün 25 kişilik bir ekibiz. 17 oda, restoran, spa ile birlikte bağlarda bahçelerde otelin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılayacak kadar da üretim yapıyoruz.
Kendi işinizi kurarken önünüze engeller çıkıyor ama oturup bunlara ağlayacak değiliz. Başta ailem hariç kimse bu fikre inanmadı, başvurduğum kredi ve desteklerin hiçbirini alamadım. Sonra görüldü ki, çiftlik-otel fikri hayata geçti, Silivri’ye de değer katmaya başladı, o zaman daha büyük bir destekle yola devam edebildik.
Girişimcilik hikayen etkileyici. 6 Şubat depremlerinin hemen sonrasında Hatay’a gittin. O zamandan başlayarak gördüklerini, yaptıklarını dinleyebilir miyiz?
Bu kişisel olarak çok fazla abartılacak bir konu değil. Çünkü deprem bölgesine gidip oradaki operasyonu görünce bunu operasyonu sıfırdan kuran STK'lara ve onlarla birlikte 3-4 saat içinde refleks gösteren insanlara hayran oluyorsunuz. Bizim yaptığımız bir yan saha desteği, onlara eklemlenmek oldu. O yüzden biraz sonra anlatacağım deneyim benim alametifarikam falan değil. Ben bir sistemin içerisinde ilerledim.
Gazeteci olman, eski gazeteci refleksin, deprem sonrası hızla harekete geçmeni sağlamış olabilir mi?
Evet, benim hemen oraya gitmem tabii bir gazetecilik refleksi. Olanları yerinde görmem ve ihtiyacı birinci ağızdan öğrenmem gerekiyordu. Gazetecilik deneyimi ile depremin katmanlı acılarını daha hızlı görebildim. ‘Uzak resim’ çok daha acı olacaktı, bunu gördüm. İlk acı çok zor, fakat devamındaki zorlukları düşününce ‘eyvah!’ dedim.
Oraya giderken aklında kadınlar mı vardı? Yani oradaki kadınların durumuna bakmak için mi gittin?
İlk refleks tabii ki daha o değildi. Depremin ertesi sabahı kalktığımda hakikaten bu kadar derin bir acı hissettiğimi pek hatırlamıyorum. Ancak binlerce kişinin hissettiği bu acının ötesinde çok katmanlı bir trajedi vardı orada, belki sadece daha önce deprem yaşamış olan insanlar bunu bilebilir. Ben Gazze, Ramallah gibi uzun süreli çatışma bölgelerinde habercilik yaptım. Uzun süren çatışmanın ve yokluğun katmanlı mağduriyetler oluşturduğunu da bu tecrübeyle gördüm. Bu depremin 3 ay, 5 ay, 1 yıl, 4 yıl, 5 yıllık dönemde nasıl derin bir acıya sebep olacağını ilk günden görüp uzun vade için endişelenmeye başladım. O an yaşanan acıyı, enkaz altında olan insanın acısını, dışarıdaki yakının acısı - bir bunu görüyorsunuz; bir de o uzak resme bakıyorsunuz ve yoğun bir umutsuzluk görüyorsunuz! Yani gerçekten sihirli bir el değmesi lazım. Değmeyeceğini de bilmenin derdiyle "Eyvah!" diyorsunuz, "Eyvah!" Nasıl toparlayacaklar? O "eyvah" anında, ilk iki gün ben çöktüm. Ondan sonra hemen "Nasıl gidebiliriz? Ne yapabiliriz?" dedim ve kalkıp gittik.
Kadınların mağduriyeti her zaman daha fazladır. Çocuğa kol kanat germesi gereken de kadın, yuvası yıkılan kişi de daha çok kadın oluyor. O yüzden kadınlar kesinlikle aklımda vardı. Ama ilk başta "Kadınlar mı var aklında?" dediğinde, ‘hayır, insanlar vardı’ derim. Yerinde olmak istemeyeceğim, kendimden vermem gerektiğini düşündüğüm insanlar vardı. Yeri gelmişken, bu kendinden verme konusunun maddi tarafı çokça konuşuldu biliyorsunuz. Bir nokta geldi artık insanlar "Biz parayı bizden olana verelim aman ha!" demeye başladı. Oraya giden kişi bunu söyleyemez. "Böyle saçmalık olur mu?" dersiniz. Deprem bölgesinde senden - benden diye bir analiz mi yapacaksınız, ben bu düşünceyi hiçbir zaman anlayamadım.
Depremden hemen önce arazi aracımı satış için galeriye vermiştim. Hemen arabayı galeriden çektim çünkü o arabayla gidebilirdim ancak oraya. Uyku tulumları, akla gelen ilk ihtiyaçlar alındı. Gideceğimizi öğrenenler "Zor olmayacak mı? Hava da ne kadar soğukmuş, üşürsünüz" dediler. "Nerede uyuyacaksınız, tuvalete nerede gireceksiniz?" diye sordular. Bu benim hiç hesaba katıp geri adım atacağım bir konu olamaz. Belli bir süreliğine gidiyorsun, yani tuvaleti de artık yap bir yere, bunu da düşünecek değiliz ya! Prenses miyiz biz? Bu da tabii hep gazetecilik tecrübesinden geliyor. Ben masaların üzerinde uyudum prodüksiyon dönemlerinde. Ya tahta masanın üstüne kıvrılır yatardın ya da seyahatte hangi araçtaysan hemen pozisyonunu alıp uyurdun çünkü uyumak zorundasın. Eğer "Aman da burası benim rahatıma uymadı, ben burada uyamayayım" dersen uykusuz kalırsın, kimse de sana acımazdı.
Deprem olduktan ne kadar sonra bölgeye gittin?
4. gün oradaydım. Sosyal medya çok iyi yönlendiriyordu, bir arkadaşım gitmişti, EXPO’da bir STK yetkilisine yönlendirdi. Hepsi de çok deneyimli, daha önce afet görmüş kişilerdi. Mesela ben daha önce afet müdahalesinde bulunmadım, bilmiyorum. Ben ara eleman oldum. Oraya gidince şunu demedim “ben İstanbul’dan geliyorum, otelim var, işletmeciyim, size nasıl yardımcı olabilirim..." Bunu diyemezsiniz. "Ben buradayım, geldim" dersin ve senden 20 yaş daha genç ama o iş için kendini eğitmiş olan kişinin emrine girersin. O emir komutaya adapte olmak zorundasın. Biz de 40lı yaşlarında bir çift olarak gittik, dedik ki "Biz buradayız, göreve hazırız." Gider gitmez bir saat içinde arabamızı yüklemişlerdi. İlk gece, geceyarısına kadar verilen adreslere yardım dağıttık. Sokaklarda bağıra bağıra birilerini aradık. Gündüz yardım paketi için adını yazdırmış bir amcaya saatlerce ulaşamadık, başına bir şey mi geldi diye ıssız sokaklarda bağıra çağıra ararken başka enkazları gördük. O ilk günler travmatik günlerdi.
Ne kadar kaldın toplamda?
İlk gidişimde 4-5 gün kaldık. Sonra bir geliyorsun, tekrar toparlıyorsun kendini; bir daha gidiyorsun. Gelip bir daha gitmemeyi düşünemiyordum. Sonra iki defa daha giderek eğitim projelerine destek oldum. Sonrasını hepimiz biliyoruz… Aylar geçti, yollar uzadı, hayatlarımıza geri döndük ama gidenlerden öğreniyorum ki hala oranın durumu ilk günden çok farklı değil.
Orada birçok kadın girişimci, kadın işletmeci var, birçok kişi takibe aldı, oradan sipariş vermeye çalışıyoruz ama bu çok küçük bir şey. Sen nasıl takip ediyorsun? İhtiyaçlar neler? Neler yapılabilir?
"Siparişlerimizi veriyoruz, bu çok küçük bir şey" dedin ya hayır, aslında olması gereken o ve o çok büyük bir şey. Bu sosyal alımı ne ölçekte yaptığın onun küçüklüğünü büyüklüğünü belirler. Büyük bir marketten bal alan her kişinin, bir hafta boyunca Hatay'dan sipariş verdiğini düşün. Bitti zaten. Üreticinin elindeki bal bitti, mevsimi kapattı; artık rahat o, bir sonraki yıl için belini doğrultabilir, yeniden sistemini kurabilir. O yüzden aslında "küçük" dediğimiz ama büyük olması gereken işlev sosyal satın alma. Ve sosyal satın alma bu işin bundan sonraki kurtarıcı ayağı. Sadece büyük şirketlerin satın almaları değil ama yüklü alımlar çok değerli. Mesela yılbaşı hediye paketlerini, müşterilerine gönderdikleri hediyeleri, promosyon malzemelerini almaları çok büyük bir kalem. Çünkü onlar toplu sipariş verdikleri için bir sipariş bir kooperatif dolusu kadının yeniden işe koyulması demek. Ve bölgede kooperatifler cansuyu gibi, hem psikolojik destek hem de maddi destek.
Geçen gün bir konferanstaydım. Antakya Kadın Kooperatifleri’nden çok değerli misafirler vardı. Depremden 15 gün sonra kooperatifteki kadınların yeniden üretir halde olduklarından ve İstanbul'a ya da büyük şehirlere ürün gönderdiklerinden, portakalları kesip kuruttuklarından, oradaki ürün neyse eriştesi, unlu mamulleri; hepsini hazırlayıp yeniden işe koyulduklarından bahsedildi. Ve bu şekilde de acılarıyla baş edebildikleri söylendi. Hatta demişler ki "Arkadaşlar bugün bir araya geldik, çalışıyoruz. Bir gün işlerimiz bittiğinde, yeniden birlikte oturur ağlarız. Ama şimdi çalışacağız." Bu çok tüylerimi diken diken eden bir şeydi.
O yüzden bu sosyal satın alma kısmı küçük değil, uzun vadede bu işten; bu yokluktan, bu enkazdan çıkmanın en önemli yolu, yani en elle tutulur proje bu. Şu olamaz; sürekli bağış toplansın, herkes 3-5 ne varsa versin, 20 çocuğu giydirelim, 500 çocuğu kışa hazırlayalım. Çok önemli, yapılması gerekiyor ama kalıcı çözüm değil. Gittikçe daha az çocuk giydirildi, daha az kadına destek sağlandı.
Neden?
Yoruldu insanlar, yani şehirliler yoruldu. Bazıları kendince seçimin faturasını kesti. "İnanamıyoruz Hatay'a yazıklar olsun!” dedi, Böyle bir yaklaşım olabilir Allah aşkına! Bence seçim sonuçları insanların artık daha fazla maddi destek sağlayamayacakları noktada yardımı kesebilmeyi kendilerine ve çevrelerine meşrulaştırma aracı oldu.“Vicdan ağırlığını nasıl hafifletebiliriz” ya da, “ben bu işten kendimi nasıl sıyırabilirim” diyenlere bahane oldu.
Burada bir yanlış anlama da var. İnsanlar "Biz sürekli para mı vereceğiz? Bunu nasıl devam ettirebiliriz, evimiz var, ailemiz var" diye düşünmeye başladı. Aslında haklılar ama zaten o marketten aldığın şey var ya; onun yerine bölgeden bir ürün koyacaksın. Yapacağın şey bu! Yani kaynaklarını doğru yere yönlendireceksin, bu kadar. Zaten ekonomi böyle dönmüyor mu? İhtiyacını nereden karşıladığın, hangi pazara gittiğin, işte hepsi bu.
Mesela “Kadınların Elinden" isimli bir oluşum var. Büyük bir akaryakıt firmasının alım desteğiyle hareket ediyorlar. Büyük tarım firmaları var, büyük dondurulmuş gıda markaları var. Bunlar da bölgeye cansuyu olan projeler.
Bunu gündemde tutmak önemli ama nasıl? İnsanlar bu girişimlerden nasıl haberdar olacaklar?
Bireysel olarak alışkanlık oluşturmak, bundan sonra hep bu tarz satın almayı bir prensip haline getirmek gerekiyor. Yokluk, yoksulluk sadece afet bölgesine has bir durum değil. Urla'da Kadın Kooperatifi var değil mi? Yaz geldiğinde de enginarı gidin oradan alın. Kadının buradaki kurtarıcısı da yine kadınlar olacak, çünkü bu satın almaları yapanlar, kadınlardır.
Siz nasıl hareket ettiniz?
Bizim işletme olarak deprem sonrası ilk sosyal satın almamız şöyle gerçekleşti; Local Makers Acil Dayanışma Hattı üzerinden gelen acil ihtiyaç taleplerini izlemeye başladım. O platformda Adıyaman'da bir çiftçinin elinde 3 ton bademi olduğunu ve acil elden çıkartması gerektiğiyle ilgili bir ilan gördüm. Farklı farklı ilanlar vardı ama benim aklıma o bademler yattı. "Ben bu bademleri alırım, toplu ödemesini yaparım. Sonra bunlardan katma değerli bir ürün elde ederim, üretir ve paketler, satar, bir sonraki projemi oluştururum" dedim. Hemen o çiftçiyle bir araya geldik telefon üzerinden. Çiftçi zaten enkazıyla uğraşıyordu. Başka bir şehirde yaşayan kız kardeşi ile konuştuk. Ve dedik ki "Alıyoruz, nasıl gönderebilirsiniz oradan? Çiftçinin elinde 3 ton kabuklu badem vardı. Biz daha önce badem almadığımız için ne yapılır, nasıl saklanır, hiçbir fikrimiz yoktu. Zaten çiftçi darmadağın olmuştu. Biz "tamam" dedik, ertesi gün artçı deprem oldu. Bizim bademler de enkaz altında kaldı. Depo yıkıldı çünkü. Birinci seferde yıkılmayan depo ikinci seferde yıkıldı. Dedim ki "Tamam, ne zaman çıkartırsanız o zaman alıyoruz bademleri. Ya da çıkarsa gönderirsiniz, artık kısmet, enkaz altında da olsa biz sonuçta aldık bademleri.
Birkaç hafta da devletin kepçesinin gelip depo enkazını kaldırmasını, bademleri kurtarmasını bekledik. Bizim bademler depremzede oldu yani. Çiftçi depremzedeydi, bademler de depremzede oldu. Velhasıl enkaz sonunda kaldırıldı. Bana oradan videolar gönderdiler. Kadınlar tek tek elleriyle enkazın içinden bademleri toplamışlar. 3 ton! 3 ton kabuklu badem!
Bütün bademler Silivri'ye geldi. Ben kara kara düşünmeye başladım; ben bu bademlerin kabuklarını nerede kırdıracağım? Nerede öğüteceğim? Nerede kavuracağım? Trakya'da böyle bir çiftçilik tarzı olmadığı için, bizim bölgede kabuk kırma makinesi olan kimse yok. Datça'da, Manisa'da var.
Bir badem ezmesi üreticisinden destek aldık. Onların bademlerinin kabuklarını kıran tesise yönlendirdi bizi. Nakliye firmasıyla konuşurken, "Bademlerimiz depremzede, destek olur musunuz?" dedim, oldular. Herkes canla başla destek oldu. Bademlerin kabuğunu kıran kişiden bir video geldi, bademlerin içinden çıkan betonu oradaki kadınlar ayıklamış. Ayıklarken o kadar ağlamışlar ki, göndermek istemiş videoyu. Adıyaman’da, enkazda, elleriyle onları toplayıp yeniden çuvallara yerleştiren kadınlar var, sonra Manisa'da bir kabuk kırma tesisinde, yine kadınlar var, elleriyle ayıklayıp, bu sefer bize işlenmiş ürün olarak teslim eden. Bir bademi yiyoruz da nasıl geldi, nereden geldi, emek büyük.
Sonra bademlerin bir kısmını bu sefer Datça'ya yine bir kadın işletmesine gönderdik. Ürünü badem ezmesi yaptı, kavanozladı. Benim öyle kavanozlama tesisim falan yok, onlar yaptılar. Badem unu haline getirdiler. Badem unlarını da yine paketlediler bizim için. Kadın kadına harika bir dayanışma oldu.
3 ton, yani 3178 kilo kabuklu badem geldi, ayıklandı 750 kilo oldu ve 5 ürün ortaya çıktı. Badem unu, badem ezmesi, kavrulmuş ve çiğ badem, bir de kabuklardan vücut ovması. Şimdi bu ürünler online ve fiziki satışta. Satış geliriyle bir sonraki çiftçi destek alımımızı yapabileceğiz. Kurduğumuz bu döngüye de "Toprak Dayanışması" dedik. Sistem bundan sonra kendini finanse edecek. İşte sürdürülebilir bir sistem. Bademler şimdi "Toprak Dayanışması" etiketleriyle satışta. İlk bademle başladık ama bademle devam edecek diye de bir şey yok.
Bu tecrübe aynı zamanda çiftçiye faydalı bir sosyal ağ da yarattı. Şu an biri bana gelip sorsa, “benim iyi kalitede bir badem almam lazım, tanıdığın kimse var mı?", artık telefonumda kayıtlı biri var. Bu kıymetli bir bilgi.
Hatay’da eğitimle ilgili projelerin de var, değil mi?
Eğitim tarafında "Birleşmiş Eller Derneği" ile çalıştık. Deprem sonrası hayat devam ediyordu, sınavlar başlayacaktı, LGS, YKS, KPSS… her şey. İnsanların gelecek umutlarına sarılabilmesi elzemdi.
İlk önce büyük bir çadır gönderebildik bir ortaokula. Çadırla başlayan çalışma, konteynırlarla devam etti, şimdi güvenli binalara taşınmak üzereler. Dayanışma eğitim alanında büyüdü. Etrafa dağılan çocuklar, nargile kafelere dağılmak üzere olan gençler yeniden toparlandı.
Oğlumun sınav döneminde olması ve orada çok ciddi bir fırsat eşitsizliği olması beni tetikledi. Evde kendi çocuğunu görüyorsun; ne büyük fırsatlarla hazırlanıyor. Orada o çocuğu görüyorsun, hiçbir şey yok; ya toprakta oturup çalışacak ya da çadırda. Işık yok, bir şey yok. Ama aynı sınava girecekler ve aynı şekilde değerlendirilecekler. Cinsiyet eşitsizliğinden bahsediyoruz ama eğitimdeki fırsat eşitsizliği de orada böylece "bam" diye kafama indi. Hatay’da işin o kısmını da deprem tecrübesiyle idrak etmiş oldum. Şimdi iki tarafa da kanal açtık, ilerliyoruz.