Gülçin Avşar: 6284, genel ceza mevzuatımızda bir istisna olarak bize şunu diyor; “Eğer şiddetle ilgili bir şikâyet varsa mağdurun delil arayıp bulması, delil sunma için yoğun gayretlere girmesi, mağdurun şiddet görmesine, daha büyük zararlar görmesine, hatta ölümüne varana dek bir risk barındırdığında; kolluk ve savcılık bu delili beklemeksizin soruşturmaya derhal başlamalıdır.”
Fatma Özkaya: Birkaç yıl önce katıldığım bir toplantıda şiddetten kaçabilmek için kimlik değiştiren kadınlar olduğunu öğrenmiştim. Kimlik değiştirmek şu demek: kadının ve -varsa- çocuklarının kimlikleri nüfus kayıtlarından değiştiriliyor. Annesi babası dahil bütün akrabalarıyla ilişiği kesiliyor, dolayısıyla miras gibi yasal haklarından da yararlanamıyor. Hatta gerekirse estetik ameliyatla görünümü de değiştiriliyor. Kadınlar şiddetten kaçabilmek için tüm bunları göze alırken 6284’ün kötüye kullanılacağı söylemi, ciddiyetsiz bir iddiadan öteye gidemiyor.
Dünya genelinde kadına karşı şiddet ve aile içi şiddet, ciddi bir sorun olarak kabul edildiğinden, devletler kadınların ve çocukların şiddete maruz kalmasını önlemek ve aile birliğini korumak için özel yasalar çıkartır ya da var olan yasaları yeniden düzenler. Türkiye de 2011’de imzalanan İstanbul Sözleşmesi bağlayıcılığında anayasal düzenlemeye gitmiş ve Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun 6284’ü uygulamaya koymuştur. Ancak ülkemizde -ne yazık ki- kadın lehine yasalar ve politikalar genellikle tartışmalı süreçlerden geçmiş ve toplumun bazı kesimlerinin eleştirilerine maruz kalmıştır. Aleyhte eleştirilerin dayandırıldığı nokta bu tür yasaların "kötüye kullanılabileceği" ve 6284’ün temel uygulamasını oluşturan kadının beyanının esas alınmasının adaleti etkileyebileceği görüşüdür.
Devletin vatandaşlarını, toplumsal huzuru ve güveni korumak görevi gereği hayata geçirilen Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun (6284)’un yanı sıra eleştiri ve aleyhte kampanyalarının odağındaki bir diğer konu da boşanma sonrası mahkemenin -kadın ya da erkek lehine- takdir ettiği “yoksulluk” nafakası… Çoğunluğu “nafaka mağduru” erkeklerden oluşan gruplar yasaların kadın ve çocukların aleyhine değiştirilmesine dair algı yönlendirme kampanyaları düzenliyor. Örnek olarak Twitter’da “nafaka” kelimesiyle arama yapıldığında çıkan sonuçlara bakılabilir.
2021’de İstanbul Sözleşmesi’nin feshiyle sonuçlanan sürecin yürütücüsü grupların -son genel seçimler öncesinde başlayıp hâlen devam eden - kampanyalarının rotası nafaka konusuna ve 6284’ün içeriğine çevrilmiş görünüyor. Buna karşılık kadın hakları savunucuları ve sivil toplum örgütleri, kadına karşı şiddetin önlenmesi ve mağdurların korunmasına dair edinilen hakların korunması ve geliştirilmesine yönelik taleplerini daha yüksek sesle dile getirmeye devam ediyor.
Avukat Gülçin Avşar ve Sosyolog Fatma Özkaya ile "6284 gündemi" hakkında konuşarak, hem kanunun önemini bir kez daha vurgulamak hem de itirazları anlamaya çalışmak amacıyla bir araya geldik.
6284 diye bilinen, Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun niçin bu kadar önemli ve kanunla ilgili aleyhte söylemler, açıklamalar kadınları niçin tedirgin ediyor?
Fatma Özkaya: 6284’ün önemini anlamak için neden böyle bir kanun maddesine gereksinim duyulduğunu hatırlamak gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti ve toplumsal işleyişin ve huzurun devamlılığı için gerekli adalet, devletin yargıçları ve kolluk gücü tarafından pozitif hukuk kurallarına göre sağlanıyor. Anlaşmazlıkların çözülmesinde -pozitif hukuk kurallarının yanında- yargıçlar tarafından gerekli görüldüğünde geleneksel hukuk normlarının dikkate alındığı da oluyor. Geleneksel hukukun pozitif hukuk kurallarında da yer almasının sonuçları uygulamaya şöyle yansıyor: Bir dönem “namus cinayetleri” sonradan “töre cinayetleri”nde kabul edilen sosyal normlar “hafifletici sebep” yorumuna kapı açıyor ve failler ya hiç ceza almadan ya da çok az cezayla kurtuluyordu. Özetle devlet, geleneğin ya da törenin teşvik ettiği, hatta ödüllendirdiği bu cinayetlere göz yumulmasına fırsat veriyordu.
Kadın cinayetlerinin inkâr edilemez düzeyde arttığı dönemde, TBMM’ye peş peşe verilen birçok araştırma önerisinin diline baktığımızda şöyle pragmatist bir ifade dikkati çekiyor: “Bu tablo Türkiye Cumhuriyeti’ni geri kalmış ülkeler arasında sıralıyor”. İçeride yaşanan şiddetin değil de dışarıdan nasıl göründüğümüzün dert edilmesi üzücü tabii. Ancak yine de devlet -AB’ye girme motivasyonuyla da olsa- hem yapısal hem de idari önlemlerle kadın ve çocuklara yönelik şiddetin önüne geçmeye çalıştı.
Fakat yapılan düzenlemelere rağmen uygulamadaki boşluklar sebebiyle kadınlar ve çocuklar şiddete maruz kalmaya, cinayetle sonuçlanan vahim sonuçlar yaşanmaya devam ediyordu. Yıllarca kocasının şiddetine maruz kalan, defalarca şikâyet etmesine rağmen devletin korumadığı Nahide Opuz ve annesi öldürüldü ve yakınları Türkiye’yi AİHM’e (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) şikâyet etti. Sonucunda Türkiye kadına yönelik erkek şiddetini önlemeye yönelik gerekli önlemleri almadığı için mahkûm edildi. Ardından İstanbul Sözleşmesi olarak bildiğimiz uluslararası metin hazırlandı ve Türkiye imzacısı oldu ve 6284 sayılı yasa da bu sözleşme esas alınarak hazırlandı, TBMM’de oy birliği ile hatta büyük bir teveccühle kabul edildi.
6284’ün daha önce yürürlükte olan aileyi koruma yasasından en önemli farkı, hem idari hem de adli makamların “kadının beyanıyla” harekete geçip delil ve ispatı öncelemeden; failin mağdurdan uzaklaştırılması, gerekiyorsa soruşturmayı beklemeden “zorlama hapis” gibi koruyucu tedbirlerin alınmasına imkân vermesidir. Ayrıca kanun sayesinde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nca Şiddeti Önleme Merkezleri (ŞÖNİM) kurulmuş, şiddet mağduru kadınlar ve çocuklara koruma ve barınma sağlanmıştır.
Kısaca tekrar söylemek gerekirse sadece bizde değil, dünyanın hemen her yerinde kadına yönelik erkek şiddeti yaygındır ve kadınlar korunmasızdır. Cinsiyet rolleri ve sosyal normlar kadına yönelik şiddeti meşrulaştırsa da kadınların yaşam hakkının korunması devletlerin görevidir: Türk Devleti de 6284’nolu kanunla bunu sağlamaktadır. Bugünkü atmosfere baktığımızda haklı olarak kadınlar, kanunun yürürlükten kalkması ihtimalini görüyor ve korunmasız kalacağı korkusunu taşıyor.
Kanunun uygulamasında yanlışlıklar yahut tutarsızlıklar var mı?
Gülçin Avşar: Yargı sisteminde yasalar, her olaya göre ayrı yorumlanmasının yanında uygulayıcının muhasebesine göre de farklılaşabiliyor. 6284, kolluktan yargı birimlerine varana dek şiddetle mücadelede etkin önlemlerin alınmasını, şiddetsizliği emniyete almak için izlenmesi gereken yolları çizmesine karşın, uygulamada her zaman yasadaki önlemlere ve yollara başvurulmadığını görüyoruz. Uygulayıcıların, gerçekleşen şiddet vakasını veya tehlikesini idraki ve yorumlamasındaki farklılıklara göre birbirinden ayrılan çok sayıda farklı durumla karşılaşıyoruz. Hukuk kuralları tek başına uygulamanın belirleyicisi olmuyor. Her yasa uygulayıcısına göre farklılık gösteriyor. Buna tutarsızlık demek pek doğru olmasa da benzer olayları yaşayan kişilerin farklı sonuçlarla karşılaştığını görüyoruz.
Nafaka konusu da sanki erkeği mağdur etmek ve kadınlara pozitif ayrımcılık yapmak için kullanılıyormuş gibi gösterilerek itiraz ediliyor, ne dersiniz?
Gülçin Avşar: Nafaka kısaca boşanma hâlinde mahkemenin; yüksek gelire sahip eşin, diğerine -evlenmediği sürece- geçinebilmesi için aylık bir ödeme yapmasına hükmetmesi. Burada yasal mevzuat aslında kadın-erkek ayrımı yapmaksızın, dezavantajlı eşin evliliğinin sonlanması ile mağdur olmasının önüne geçmeyi hedefliyor. Ama hem ülkemizde hem de dünyanın farklı yerlerinde çoğunlukla kadınlar maddi gerekçelerle boşanmaktan korkuyor; evliliği devam ettirmenin zorlaştığı durumlarda, belki psikolojik veya fiziki şiddet gördüğü hallerde dahi her şeye razı olabiliyor.
Türkiye’de mahkemelerin hükmettiği aylık nafaka miktarının ortalaması esasen çok yüksek miktarlar değil, ancak yine de bazı kötü ve haksız uygulamalar genel bir uygulama gibi gösterilip toplumsal algı oluşturulmaya çalışılıyor. Oysa tek kriter eşlerin/kişilerin, boşanma sonrası da aynı refah seviyesinde yaşamlarını idame ettirebilmeleri… Bir de bu karar ilanihaye uygulanacak kararlardan da değil: Diyelim ki boşanma ile kadına aylık 3.000-TL nafaka bağlandı ve bir süre sonra kadın daha yüksek maaşla çalışmaya başladı, nafakayı ödeyen erkeğin ise aldığı ücret daha düşük kaldı. Bu durumda tekrar dava açılarak nafaka ödenmemesi ya da miktarın düşürülmesi gibi yeni bir karar alınması mümkün.
Nafaka ile ilgili bir diğer ayrım, eşlerin ortak çocuklarının olup olmaması. Boşanmalarda ortak çocuğun veya çocukların eşlerden birinde kalmasına, diğer eşin ise çocukla görüş gün ve saatlerinin düzenlenmesine karar verilir. Mahkemelerde, özellikle yaşça küçük olması durumunda -genellikle- çocuğun annede kalmasına hükmedilir: Dolayısıyla annenin çocukla birlikte yaşamını sürdürmesi için de ayrıca nafaka belirlenir. Bu çocuğun/çocukların -beslenme, giyinme, eğitim gibi- asgari ihtiyaçlarının giderilmesinde ayrı bir evde yaşayan diğer eşin masraflara iştirak etmesini sağlamak amaçlıdır. Bu nedenle de çocuklar için hükmedilen nafakanın adına “iştirak nafakası” diyoruz. Ezcümle bir evliliğin çocuklu veya çocuksuz olması da nafaka ile ilgili karar verilmesini ve eğer verildiyse miktarını değiştirecek bir durum.
Fatma Özkaya: Türkiye’de “nafaka meselesi” kadar gereksiz/haksız bir tartışmanın daha olduğunu sanmıyorum. Bazı kesimlerin baskısıyla düzenlenen Nafaka Çalıştayı’ndan sonra baroların yaptıkları açıklamalar da şu andaki nafaka kanununda herhangi bir değişikliğe gitmenin gereksizliğinin altını çiziyor.
Burada önce bin yıllardır uğradıkları ayrımcılık nedeniyle -erkek kadın istihdam oranları ve ücret politikaları eşitsizliğinin hâlâ devam ettiğini gösteriyor- çok çok yoksul kalan kadınların görünmez emeğini hatırlatmalıyız. Görünmez emekleriyle erkeklere, çocuklara, yaşlılara ve hastalara bakmalarına rağmen üç kuruşa muhtaç olan da kadınlar ama -ödemedikleri- nafakanın (bkz. Yoksulluk Nafakası Raporu) mağduru olan erkekler! Şu da var ki; Türkiye şartlarında asgari ücret yoksulluk sınırının da altında yaşamak anlamına geliyor ve bu da -miktarı ne kadar düşük de olsa- nafaka veren erkeği zor durumda bırakacaktır. Yukarıda bahsettiğim 2019’daki araştırmaya göre erkeklerin %50,7’si- çocuklar için verilen iştirak nafakası dahil- mahkemenin takdir ettiği nafakayı ödemiyor. Bu yüzden kadınlar, her ay icra takibiyle nafakalarının peşine düşmekten yılıyor ve bir noktada pes ediyor. Aslında bazı erkekler -boşanarak daha da dezavantajlı hâle gelen kadınların aleyhinde sonuçlara yol açan- “nafaka mağduruyuz” kampanyaları düzenlemek yerine enerjilerini “nafakamızı ödemekte zorlanıyoruz” kampanyalarıyla düşük maaşları gündem etmeye harcasalar herkesin yararına olurdu.
“Haksız uygulamalara yol açacağı” iddia edilerek eleştirilen “Kadının beyanı esastır” ne anlama geliyor?
Gülçin Avşar: Yasa kadınların, çocukların ve aile bireylerinin şiddetten korunmasını ve şiddete maruz kalmasının önlenmesini amaçlıyor. Dolayısıyla da yasadaki maddeler şiddetle mücadelede devletin etkin önlem almasını, mağdur veya muhtemel mağdurları korumasını sağlıyor.
Son günlerde yeniden gündeme gelen “Kadının beyanı esastır” ise maalesef yasanın yanlış yorumlanması ve karşı duranların manipülasyonundan ibaret. Ceza mevzuatımıza göre, bir savcının soruşturmaya başlaması için şüpheli hakkında “yeterli şüphe”yi oluşturacak deliller şarttır. Örneğin, hırsızlık için hakkında şikâyette bulunacağınız kişinin, suçu işlediğini ispat eden deliller sunmanız gerekir ki soruşturma başlasın. Ancak 6284 sayılı yasada bununla ilgili bir istisnai düzenleme var. Şiddete uğrayan veya şiddet altındaki kadın, diğer ceza usul kurallarında olduğu gibi somut delil bulamayabilir. Niteliği gereği bu tür olaylarda şiddete uğrayanın delil bulmasını beklemek, mağdurun ölümüne dek uzanan bir risk almayı barındırıyor. Bu nedenle de 6284, genel ceza mevzuatımızda bir istisna olarak bize şunu diyor; “Eğer şiddetle ilgili bir şikâyet varsa mağdurun delil arayıp bulması, delil sunma için yoğun gayretlere girmesi, mağdurun şiddet görmesine, daha büyük zararlar görmesine, hatta ölümüne varana dek bir risk barındırdığında; kolluk ve savcılık bu delili beklemeksizin soruşturmaya derhal girişmelidir.”
Soruşturma sürecinde ise savcılık makamı ve ardından yargılamada hakimler, önlerindeki dosyaları evrensel hukuk kurallarına göre inceliyor ve karar veriyor: Eğer tek delil mağdurun beyanı ise ve mahkeme de sadece mağdur beyanını -sanığın beyanından üstün- kabul ederek hareket ettiyse; gerekçe metninde açıkça bunların nedenini de açıklamak zorunda. Yargılamada gerekçesiz ve inandırıcı olmayan nihai kararların alınması hukuk pratiğinde yer almıyor. Ne Türkiye’de, ne dünyada.
Fatma Özkaya: Bu yıllardır çok tartışılan bir konu, yasaya karşı olanların dayandığı argüman kadınların bunu kötüye kullanacakları… Ancak bu iddia yasadaki istisnanın esas kabul edildiği veya kadınları erkeklere tuzak kuran kötücül varlıklar olan şeytanlaştıran arkaik bir korkuya dayanıyor. Sonrasında yaşayacağı muhtemel zorluklar düşünüldüğünde; hangi kadın mutlu, huzurlu olduğu evindeki hayatını bozup şiddet görüyorum diye adli makamlara başvurur?
Bir erkeğin tacizkâr, saldırgan tutumuna rağmen sosyal kabul gördüğü, hatta “makbul erkek” sayıldığı; fiziksel ve psikolojik şiddete, tacize uğrayan, tecavüz edilen, ömür boyu sürecek travmaların üstüne neredeyse sosyal ölüme mahkum edildiği bir toplumsal yapıda seslerini çıkartmaya bile çekinen kadınların yalan beyanda bulunacağını düşünmek, en hafif tabirle kadınların ödeyeceği bedellerden bihaber olmak ya da umursamamak anlamına gelir.
On yılı aşkın süredir geçerlilikte olan bu kanun maddesi nasıl oluyor da son seçimle meclise giren Yeniden Refah Partisi ve benzeri kesimler tarafından “toplumun mantığına aykırı” olarak algılanabiliyor?
Fatma Özkaya: 6284 yürürlüğe girdiği sıralarda Aile Akademisi Derneğinin -psikoloji alanında akademisyen- kurucu başkanı şöyle bir örnek vermişti: “Diyelim bir baba, kızını evinde bir erkekle gördü ve kızına tokat attı. Kızı şikâyet ederse baba artık evine giremeyecek”. Sorunuzda bahsettiğiniz toplumun mantığı diye bir şey varsa eğer o işte budur: “Kadınlar kötülük yapmaya meyyaldir, erkekler onları yola getirmeli”. Başına bir iş gelmesin diye yakınları -aile, akrabalar vs.- tarafından gece sokağa salınmayan da kadınlar, bir erkekle yalnız bırakılmayan da yine kadınlar. Burada şunu sormak gerekiyor: Kadınlar hangi tehditler yüzünden kısıtlanıyor ve maruz kaldıkları şiddet ve tacizin faillerinin ekserisi nasıl oluyor da aynı “yakınlar”!
Bir örnek daha vermek istiyorum. Bursa’da ikamet ediyorum, birkaç yıl önce burada katıldığım bir bilgilendirme toplantısında şiddetten kaçabilmek için kimlik değiştiren sekiz kadın olduğunu öğrenmiştim, sayı şimdi artmıştır belki de… Kimlik değiştirmek şu demek: kadının ve -varsa- çocuklarının kimlikleri nüfus kayıtlarından değiştiriliyor. Annesi babası dahil bütün akrabalarıyla ilişiği kesiliyor, dolayısıyla miras gibi yasal haklarından da yararlanamıyor. Hatta gerekirse estetik ameliyatla görünümü de değiştiriliyor. Kadınlar şiddetten kaçabilmek için tüm bunları göze alırken 6284’ün kötüye kullanılacağı söylemi, ciddiyetsiz bir iddiadan öteye gidemiyor.
Kadına -ve herkese- yönelik şiddetin toplumsal normallerin dışında bırakılması gerekiyor. Kanuna karşı çıkanlar, yıllar içerisinde ve bin bir güçlükle kazanılan bir hakkı, kanunu değiştirip kadınlardan geri almak için uğraşmak yerine; hayatın her alanını kadınlarla eşit düzlemde paylaşma anlayışını kazanmaya emek verse şiddet sosyal normun dışında kalabilir ve yasadan umulan fayda kendiliğinden oluşur.
Fatma Özkaya, Uludağ Üniversitesi Sosyoloji bölümü mezunudur. İnsan hakları, kadın, kadına yönelik şiddet, ayrımcılık gibi alanlarda çalışma yapan STK ve projelerde yer almaktadır.. Reçel Blog ve Havle Kadın gibi platformlarda gençlerle dayanışmaya devam ediyor, yazıları çeşitli online mecralarda yayımlanıyor.
Gülçin Avşar, 2008’de Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. 2010’dan beri aktif avukatlık yapıyor. Terörle Mücadele Kanunu (TMK) Mağduru Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları ve Silikozis Hastası Kot Kumlama İşçileri ile Dayanışma Komitesi bünyesinde, hukuka ilişkin faaliyetlerin yürütülmesinde görev aldı. Demokratik Açılıma Yurttaş Katkısı, Yeni Anayasa Platformu gibi sivil toplum kuruluş ve inisiyatiflerinde yer aldı. 2013’te TESEV tarafından yayınlanan Ergenekon’un Öteki Yüzü: Faili Meçhuller ve Kayıplar raporunu yazdı. Kürt meselesinin çözümüne yönelik faaliyetlere teorik ve pratik katkıda bulunan Avşar, Demokrasi ve Atılım (DEVA) Partisi Kurucular Kurulu ve Genel Merkez Yönetim Kurulu’ndadır.