8 Mart vesilesiyle yaptığım bir sosyal medya paylaşımı olumlu bir etkileşim yarattı. Paylaşımın ana içeriği bir kadının kendine dair olan mükemmelliyetçiliğinin toplumsal katılımını nasıl felce uğrattığı ve bununla ilgili TIME dergisinde çıkan bir yazıydı. Gelen tepkilerden gördüm ki, pek çok kadın bu deneyimi yaşıyor. Ve her zaman olduğu gibi, bu konuda da yaşadığımız sıkıntıların kendi özgün hikayemizle değil bu dünyada kadın olmakla ilintili olduğunu gördükçe yükümüz hafifliyor, algımız berraklaşıyor ve güçleniyoruz. Bu yazıda, konuyu bir parça daha etraflıca ele almak ve gelen bazı soruları da cevaplamak istedim.
Kadının toplumsal katılımıyla ilgili dışsal engelleri artık epeyce biliyor, tanıyoruz. Bunların başında kadının ev dışındaki varlığını doğrudan engellemeye çalışan aktörler kadar kadının fikrine, uzmanlığına değer vermeyen, kadını erkeğe göre çok daha toleranssız bir bakışla değerlendiren, erkeğe verdiği kredinin yarısını kadına vermeyen, kadını en ufak eksiğinde kıyasıya eleştiririken bu eleştiri oklarını erkeklerden sakınan gözler var. Bu gözler maalesef işverenlerin, iş arkadaşlarının, medya programcılarının veya sıradan bir gözlemcinin olabiliyor.
Ne var ki, engeller bunlarla da bitmiyor. Bir de iç düşmanlarımız var. Bahsettiğim iç düşmanın adı mükemmeliyetçilik. The Confidence Code kitabının yazarı Katty Kay’in “feminine self-doubt” olarak tanımladığı kadına özgü kendinden kuşku duyma hali bu mükkemmeliyetçiliğin öteki yüzü.[1] Bir başka deyişle, kadınlar, dış dünyada karşılaştıkları aşırı eleştirel dış sesi içselleştirmiş durumdalar.
İşte bu yüzden, kadının kendini ifade etmesinin, yaratıcı enerjisini dışarı aktarmasının, fikirlerini, projelerini, hayallerini somut çıktılara dönüştürmesinin önündeki en büyük engellerden biri kendi eleştirel iç sesi. Kadınların sürekli fikirlerinden şüphe duymasına yol açan, risk almaktan kaçındıran ve cesaretlerini kıran mükemmeliyetçi iç ses.
Bir kadın ne zaman aklına gelen iyi bir fikri ifade edecek olsa, harekete geçiyor bu iç ses: Bunun yeterince iyi bir fikir olduğuna emin misin? Ya yeterince düşünmediysen? Ya fikrin eksikse, hatalıysa, orijinal değilse, atladığın birşey varsa? Ya iyi tepkiler almazsa? Ya birileri alınır, üzülürse?
Yahut, kadın ne zaman konfor alanından çıkıp hayatında bir değişiklik yapmak, bir projeyi hayata geçirmek, ya da bir hayalin peşinden gitmeye yeltenecek olsa yine bu iç ses devreye giriyor: Bu işe girişmeye gerçekten de hazır mısın? Bu sorumlulukla baş edebilecek misin? Yeterince iyi misin?
TIME Dergisi yazarı Jessica Bennett bu tip kaygıları yazı yazmak üzere masa başına her oturduğunda bizzat yaşadığını ve her ay “bu sefer kesin işten çıkarılacağım!” diye düşündüğünü anlatıyor (https://time.com/70558/its-not-you-its-science-how-perfectionism-holds-women-back/).[2] Ünlü yazar ve iş kadını, Huffington Post’un kurucu ortağı Arianna Huffington kadının zihnindeki bu eleştirel iç sesi, sevimsiz bir oda arkadaşına benzetiyor. Yaptığımız, yapacağımız herşeye bir kusur bulan, hevesimizi, cesaretimizi kıran, zaten her daim karışık kafamızın içinde çatal diliyle sürekli konuşup duran bu oda arkadaşı, yaratıcı enerjimizin bir numaralı düşmanı Huffington’a göre.
Eleştirel iç sesi bazı uzmanlar “sahtelik duygusu” (impostor syndrome) ile ilişkilendiriyor ve bu duygunun kadınlarda (ve tüm dezavantajlı gruplarda) daha fazla görüldüğüne dikkat çekiyorlar (https://www.forbes.com/sites/kathycaprino/2020/10/22/impostor-syndrome-prevalence-in-professional-women-face-and-how-to-overcome-it/?sh=985355773cbd)[3]. Bu sendromun etkilediği kadınlar en prestijli pozisyonlarda çalışıyor olsalar dahi asla kendilerinden emin olamıyor, bu pozisyonları hak etmediklerinden, bulundukları yere, becerilerinden ötürü değil tesadüfler sonucu getirilmiş olduklarından şüphe ediyorlar. Bulundukları yerde kendileri gibi kadınların olmaması ya da çok az olması ise “ben buraya ait değilim” duygusunun temel sebeplerinden birini oluşturuyor. Örneğin, NASA’da 13 yıl görev yapmış olan kadın bilim insanı Maureen Zappalla senelerce “sırf bir kadını işe almak için beni tercih etmiş olmalılar” diye düşündüğünü ifade ediyor. Bu yüzden herkesten fazla çalıştığını ve “yeterince zeki olmadığının”, yani, “sahte” olduğunun anlaşılacağı korkusuyla senelerce hiçbir konuda kimseden yardım isteyemediğini açıklıyor (https://www.bbc.com/worklife/article/20200724-why-imposter-syndrome-hits-women-and-women-of-colour-harder).[4]
Kendinden kuşku duymanın ve sahtelik algısının sebeplerinden biri şüphe yok ki, patriyarkal toplum yapısı. Toplumun kadının sosyal katılımını değersiz bulması, onaylamaması ve şartlara bağlaması kadının kendisiyle ilgili algısını şekillendiriyor (https://www.forbes.com/sites/kathycaprino/2018/01/25/renowned-therapist-explains-the-crushing-effects-of-patriarchy-on-men-and-women-today/?sh=5398c55a2161).[5] Kız çocuklarını kendilerini güçlü bir şekilde ifade etmeye teşvik etmek yerine onaylanmaya, kimseye ters düşmemeye yönelten kültür yapısının kadındaki öz-kuşkunun oluşumuna katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz. Jungiyen perspektifin, bir kız çocuğunun dış dünyada fikirlerini özgürce ifade edebildiği vakit “büyüdüğü” ile ilgili görüşleri de son derece anlamlı.
Nörolog Louann Brezendin’e göre ise kadının negativiteye dönük algısının evrimsel sebepleri var.[6] Brezendin’e göre kadın beyni çocuk bakımı sırasında çocukla ilgili ters giden en ufak şeyi en hızlı şekilde fark edebilecek şekilde evrimleşmiş. Ne var ki, bir çocuğun bakımını eksiksiz gerçekleştirmek konusunda fonksiyonel olan bu zihin yapısı kadının dış dünyadaki katılımı ve girişimciliğine gelince oldukça durdurucu ve engelleyici bir rol oynayabiliyor.
Görüldüğü gibi, teoriler çeşitli, ama tespit ortak. Kadının içindeki yüksek dozlu “öz-kuşku” ve mükemmeliyetçilik, kendini toplum içinde rahat ifade etmesini ve içindeki yaratıcı enerjiyi bir sonuca erdirmesini engelliyor. Kadınlar fikirlerini ancak kusursuz olduğuna emin oldukları zaman rahat ifade edebiliyorlar veya bir göreve ancak üstesinden geleceğine kesinlikle emin olduklarında talip olabiliyorlar. Bu da toplumsal katılımda cinsiyet makasını açıyor, kadının girişimciliğinin, yaratıcılığının önünü kesiyor.
Peki tüm bunlardan ne gibi dersler çıkarabiliriz? Bu konuda yazan çizen, konunun uzmanı kadınlardan, yahut bizzat tecrübelerini paylaşan pek çok güçlü kadından öğrenebileceklerimiz neler olabilir?
Belki de, başlangıç için şöyle bir liste mümkün:
1. Korktuğunu yap: Konfor alanı bir hapishanedir. Bir fikrimizin, sözümüzün asla eleştirilmemesinin, yanlış anlaşılmamasının, tepki çekmemesinin tek yolu asla bir şey söylememektir. Konuştuğumuz sürece eleştirileceğiz. Bazen gerçekten eksik veya hatalı söyleyeceğiz, bazen yanlış anlaşılacağız, bazen de kötü niyetle eleştirileceğiz, haksızlığa uğrayacağız. Attığımız adımlar, aldığımız riskler, üstlendiğimiz yeni sorumluluklar bizi yoracak, çoluk çocuğumuzun kimi açılardan konforu azalacak. Ama sonunda yaşadığımızı daha çok hissedeceğiz. Yani, anlamlı bir yaşam için başka sansımız yok. Estes’in dediğ gibi, birer “kırmızı başlıklı kız” olarak o güvenli patikadan çıkacağız, o ormana gireceğiz, o kurtla da karşılacağız. [7] Belki ısırılacağız, ama iyileşeceğiz. Bazen kurt bizi yutacak hatta, ama karnından yine çıkacağız. Masallarda kolay ölünmüyor. Bunun anlamı da şu olsa gerek; sandığımızdan daha dayanıklıyız.
2. Cesaretin, mükemmellikten daha kıymetli bir özellik olduğunu unutma. Reshma Saujani’nin söylediği gibi, dünyanın mükemmel kadınlara değil, cesur kadınlara ihtiyacı var.[8] Mükemmeli hedeflemek bizi eylemsizliğe itiyor. Mükemmel olmaksızın harekete geçebilmek için ise cesaretin kendisini amaç edinmek gerekiyor. Saujani’ye göre bu çocuklukta öğrendiğimiz bir şey ve kız çocuklarını yanlış yapmamaya değil cesur olmaya teşvik etmemiz gerekli. Kadınların hata yapma ihtimali yüzünden eylemsiz kalmak yerine, cesaret edip aksiyon aldığı her durum ise, sırf kendileri için değil, onları izleyen tüm kız çocukları ve kadınlar için ilham verici ve kıymetli.
3. Kariyerin doğrusal bir hatta ilerlemediğini hatırla. Kendini kamusal alanda ifade etmek kadın için oldukça maliyetli olduğundan, kadın bu maliyetleri üstlendiğinde karşılığında yüksek geri dönüş bekliyor. Örneğin bir kadın uzman gece dört saatlik bir tartışma programına katıldığında, bu demek oluyor ki bunun için türlü zahmetlerle çocuklar ikna edilmiş, çocuk bakıcısı ayarlanmış, ertesi sabah uykusuz halde çocuklar okula götürülmüş, oradan işe gidilmiş ve günlük işlere devam edilmiştir. Bu kadın sosyal medyada akşam katıldığı programla ilgili dostane olmayan yorumlar gördüğünde, kendi kendine “değdi mi?” diye soracaktır. Yahut iş yerinde üstlendiği o ek sorumluluk sebebiyle aylarca gecesini gündüze katıp, ailesinin ihtiyaçlarını öteleyip, sonra beklediği takdiri görmediğinde, “ne gerek vardı?” diyebilecektir. Fakat bu yolda yürümenin varılacak yer kadar önemli ve kariyer çizgisinin inişli çıkışlı olduğunu, her atılan taşın da hedefi vurmayabileceğini baştan kabul etmek gerekiyor. Fakat bu yolda yürümeye devam edersek bir gün geriye dönüp baktığımızda noktalar anlamlı biçimde birleşiyor ve attığımız her adımın aslında bizi şu an geldiğimiz yere taşıdığını görebiliyoruz. O yüzden olumsuz tecrübelerden dersler çıkarıp yürümeye devam etmeli.
4. Övgü kabul etmeyi öğren. Estes’e göre, bir övgü aldığımızda adeta tedirgin olan, hemen “aman yok canım” diye başlayan cümlelerle o övgüyü bir anlamda geri çeviren halimiz, aslında eleştirel iç sesimizle ortak çalışıyor. Tevazu güzel elbette ama yaptığımız iyi birşeyin takdir edilmesi de öyle. Bu en başta ruhumuz için besleyici. Ikincisi, pek de kadın dostu olmayan şu dünyada bir kadının başarısının takdir edilmesi son derece kıymetli ve nazik bir davranış. Bu yüzden bir övgüyü kabul etmek, karşı tarafın nezaketine karşılık vermek anlamına da geliyor aslında. Bu yüzden Estes diyor ki, bir dahaki sefere yazdığınız bir yazıya, yaptığınız bir konuşmaya, sunduğunuz bir projeye, ya da seçtiğiniz bir giysiye bir övgü geldiğinde bunu hem kendiniz için, hem de size yapılan bu nezaketi karşılıksız bırakmamak için kabul etmeyi deneyin.
Birbirimizden öğrenecek daha çok şeyimiz var. Fakat son söz olarak şunu yinelemek isterim. Fikirleriyle, projeleriyle, yaşam biçimi ve görünümüyle dış dünyada kendini cesurca ifade etmek, her kesimden kadın için konfor alanından dışarı çıkmak anlamına geliyor ve meşakkatli bir süreç içeriyor. Bu yolculuk, yalnızca dışarıdan yolumuza fırlatılan bir dolu engeli aşmayı değil aynı zamanda kendi içimizdeki o aşırı eleştirel iç sesle de baş etmeyi gerektiriyor. Öte yandan, bu yolu yürüyebilmenin kendisi bir büyük hedef ve bu hedefe ulaşmak cesaret ve dirayet istiyor. Değer mi? Bunun cevabını şüphesiz her kadın kendisi vermeli. Ama hatırlayalım ki, o çok sevdiğimiz masalların tümü evden, yani konfor alanından, ayrılmakla başlıyor. Tersinden okuyacak olursak, yola çıkmazsak, masalımız da asla başlamayacak.
[1] Katty Kay, The Confidence Code. New York: Harper (2014).
[2] Jessice Bennett, “It’s Not You, It’s Science! How Perfectionism Holds Women Back,” TIME, 22 Nisan, 2014.
[3] Kathy Caprino, “Impostor Syndrome Prevalence In Professional Women And How To Overcome It,” Forbes, 20 Ekim, 2020.
[4] Sheryl Nance-Nash, “Why imposter syndrome hits women and women of colour harder,” BBC 28 Temmuz, 2020.
[5] Kathy Caprino, “Renowned Therapist Explains The Crushing Effects Of Patriarchy On Men And Women Today,” 25 Ocak, 2018.
[6] Louann Brezendin, The Female Brain, New York City: Bantam Books (2008).
[7] Clarissa P. Estes, Kurtlarla Koşan Kadınlar, İstanbul: Ayrıntı Yayınları (2014).
[8] Reshma Saujani, Brave, Not Perfect: Fear Less, Fail More, and Live Bolder, Sydney: Currency (2019).