Günümüz tıp tarihi araştırmacıları, dünya tarihinin farklı yer ve zamanlarında tatbik edilmiş tıbbi gelenekleri yenilikçi merceklerle ele alıyor. Ortaçağ tıp tarihi, Hint Okyanusu, toplumsal cinsiyet ve cinsellik tarihi kesişiminde çalışmalar yürüten Shireen Hamza, bu yenilikçi yaklaşımın temsilcilerinden biri. Akademik yayınlarının yanı sıra 500’ü aşkın bölümü yayınlanmış Ottoman History Podcast’in (Osmanlı Tarihi Podcast’i) editörlerinden biri olan, başka mecralarda da kamuya açık bilim-tıp tarihi dersleri veren Hamza ile söyleştik. Gelecek 14 Mart Tıp Bayramlarında küresel salgının nekahet dönemine geçeceğimizi umuyoruz. Hamza’nın vurguladığı gibi hem “salgın boyunca insanların güvende yaşamalarını ve hayatta kalmalarını mümkün kılan sağlık çalışanları ve diğer ‘temel işlerde çalışanlar’a” odaklanan” hem de “ev ortamında çalışan sağlık hizmeti sağlayıcıları, bakıcılar, mahalli örgütlenmeden sorumlular ve diğer aile/cemaat üyelerini” göz ardı etmeyen sözlü tarih çalışmalarının çoğalması dileğiyle.
Shireen, ortaçağ tıp tarihi, Hint Okyanusu tarihi, toplumsal cinsiyet ve cinsellik tarihi kesişiminde çalışmalar yürüten bir araştırmacısın. Galen ve Ayurveda tıbbı geleneklerini işleyen Arapça ve Farsça arşiv metinlerine yoğunlaşmanın yanı sıra günümüz Hindistan’ında bulunan Unani tıp pratisyenlerine odaklanan bir Eleştirel Medya Uygulamaları projesi yürütüyorsun. Ayrıca 500’ü aşkın bölümü yayınlanmış Ottoman History Podcast’in (Osmanlı Tarihi Podcast’i) editörlerinden birisin. Daha geçenlerde İslam ve Bilimkurgu başlıklı çok ilginç bir bölüm yayınladınız. Pek çok farklı mecrada yayınlar hazırlıyorsun. Bize biraz kendinden bahsedebilir misin? Akademik hayatında yol aldıkça üzerinde çalıştığın araştırma konuları nasıl şekillendi?
Bu sohbet için çok teşekkürler öncelikle. Çeviri yoluyla da olsa, Türkçe konuşan bir okuyucu kitlesine hitap edebildiğim için müteşekkirim.
Her sabah uyandığımda Harvard Üniversitesi, Bilim Tarihi Bölümü’nde bir doktora programında olduğuma hayret ediyorum. Hint Okyanusu’nun bir ucundan diğerine geçmiş, esnaf bir aileden geliyorum. Daha önce ailemde kimse akademik kariyer ve doktora derecesi peşinde koşmamış ama benim bu ilginç yolda yürümemi kabul ediyor ve destekliyorlar. Hindistan’daki büyük teyzelerim, bu yaşa gelip hâlâ sadece öğrenci olduğum için endişeleniyorlar! Whatsapp üzerinden her konuştuğumuzda onlara yaptığım işin karşılığını maddi olarak da aldığımı, uzun (ve de eğlenceli) bir yolda yürüdüğümü söylüyorum.
Lisans diplomamı, New Jersey'nin büyük devlet üniversitelerinden biri olan Rutgers’dan aldım. Üniversiteye tıp fakültesi niyetiyle başlamıştım, çoğunlukla fen bilimleri dersleri aldım ve araştırma laboratuvarlarında asistan olarak çalıştım. Ancak daha sonra İngiliz Dili Edebiyatı diploma programına geçtim çünkü iyi bir yazar olmak istiyordum ve edebiyat okumayı çok seviyordum. Lisans eğitimimin ortalarında Nükhet Varlık ve Nahyan Fancy tarafından düzenlenen ‘Ortaçağ İslam dünyasında tıp’ konulu bir panele katıldım ve hayatım değişti. Nükhet ve Nahyan hocalarım, ve de Tuna Artun ve Paola Tartakoff hocalarım sayesinde eğitim rotamı değiştirdim ve bu konu hakkında daha fazla çalışmak üzere doktora programlarına başvurmaya başladım.
Çeşitli arşivlerde çalışma yürütürken ve farklı mecralarda yaptığın yayınları hazırlarken baş etmek zorunda kaldığın zorluklar neler?
Mentorlarımın beni doktora programlarına başvurmaya teşvik etmelerinin nedenlerinden biri, üniversite öncesi hayatımda beş sene boyunca bir medresede eğitim görmüş olmamdı. Bu deneyimin beni önyargılı ya da eleştiriden yoksun kılmasından ziyade, aldığım geleneksel eğitimin ve Klasik Dönem Arapçası okuyabilme becerimin akademide benim için değerli bir kaynak olabileceğini gösterdiler bana.
Harvard’da doktoraya başlayıp Ahmed Ragab ve Katharine Park ile tanışınca, Avrupa-dışı coğrafyaların tarihine bakış açımızın yine de Avrupamerkezci olabileceğini fark ettim. Hem Batı’da hem de çoğunluğu Müslümanlardan oluşan bağlamlarda bulunan araştırmacılar nesiller boyu, ortaçağda Arapça’dan Latince’ye tercüme edilen metinleri çalışageldi. Örneğin, Ebû Bekir er-Râzî’nin, İbn Rüşd’ün, İbn Zühr’ün ve tabii ki İbn Sina’nın metinleri. Peki, Avrupa sınırlarının öteki tarafına geçmemiş ve Latince’ye çevrilmemiş diğer kaynaklar ne olacak? Türkçe okuryazarların da gayet iyi bileceği üzere, modern dönem öncesi İslam dünyasında bilim dili olarak sadece Arapça kullanılmıyordu. Sömürgecilik tarihi ve geride kalan kaynak metinlerin dünyanın dört bir yanına dağılmış olmasından ötürü, Arapça, Farsça ve Osmanlıca yazılmış çok sayıda bilimsel metin modern dönem araştırmacıları tarafından henüz tercüme edilmemiş durumda. Bu durum, hatırı sayılır miktarda bölgesel tarihi göz ardı etmemize sebep oldu. Doktoramın ilk senesinde hocalarım bana Güney Asya’da İslam ve bilim tarihi çalışmamı, Farsça ve anadilim Gujarati dahil diğer yerel dilleri öğrenmemi tavsiye etti. Arapça ve Farsça yazılmış metinler üzerinde çalışmak bana Hint Okyanusu’nun farklı veçhelerini açtı.
Hint Okyanusu dünyasında tıp tarihi (ya da tibb tarihi) çalışmamın diğer bir sebebi de, tibb’in bugün pek çok ülkede hâlâ tatbik edilen, ulusal ölçekte tanınan ve denetlenen bir gelenek olmasıydı. Güney Asya ve Ortadoğu arşivlerini incelerken, bu geleneğin günümüzdeki uygulayıcıları ve öğrencileriyle ilişki kurmaya özen gösterdim. Hindistan’daki öğrencilerin önemli bir kısmı kadınlardan oluşuyor. Geleneksel bilim ve tıp üzerine araştırma yürüten akademisyenler, halen hayatta olan gelenekler üzerine yazdıklarını ve ürettiğimiz tarihsel metinlerin bugün bu alanda çalışan on binlerce kişinin hayatını etkileyebileceğini unutmamalı.
Sence bu bahsettiğin çalışmalarını kamusal alanda temsil eden akademisyen profillerini düşününce dünyanın diğer yerlerinde de asimetrik bir dağılım söz konusu mu? Yakın geçmişte, bu durumun sınırlarını zorlayan ve dönüştürmek isteyen yeni yaklaşımlar var mı?
Kesinlikle katılıyorum. Bilim ve tıp tarihi alanında çalışıp alanı yeni yönlere taşımak isteyenler (buna ben de dahilim) iki büyük anlatı arasında sıkışıp kalabiliyor.
Birinci anlatıya göre bilim, antik Yunan’da doğdu, “karanlık çağlar” sırasında Ortadoğu’da muhafaza edilip korundu ve tam da “bilimsel devrimler”in vakti geldiğinde Avrupa’ya geri teslim edildi. Ardından da Avrupa, bilimi sömürgecilik vasıtasıyla dünyanın geri kalanına ihraç etti. Yavaş yavaş da, kadınlar ve Avrupalı olmayanlar türlü güçlükleri aştı ve modern bilime katkı sunmaya başladı. İkinci anlatı ise, ilkini geri plana itmek için sırtını bir tür “altın çağ” düşüncesine yaslıyor. Sömürge-sonrası uluslar bilimin daha önce kendi medeniyetlerinde filizlendiğini öne sürüyor ve Avrupa’ya ait bir şey olduğu fikrine itiraz ediyor. Pek çok Hint için bilimin “altın çağı” demek antik dönem Hindistan demek. Bu fikir günümüzdeki aşırı sağcı milliyetçi hareketler yüzünden yeniden canlanmış durumda. Pek çokları, birden fazla “medeniyet”in modern “Batı bilimi”ne katkı sunduğunu göstermeye çalıştı yakın geçmişte.
Her ne kadar, bu anlatılardan biri sömürgeciler diğeri de sömürge-sonrası öznelere ait olsa da, her ikisi de modern bilimin Avrupa’da üretilmesiyle sonlanıyor. Sömürge-sonrası dönemde üretilmiş altın çağlar odaklı anlatılar da, içten içe sömürgecilik döneminin mirasından besleniyor.
Her iki anlatıyı da akademi dışında satmak kolay çünkü baş kahramanlara ve olay örgülerine sahipler ve bizim aşina olduğumuz bir bilim fikrini destekliyorlar. Farklı sürümlerini dünyanın pek çok farklı yerindeki müzelerde, yetişkinler ve çocuklar için hazırlanmış popüler film ve kitaplarda görebilirsiniz. Ama modern dönem öncesi bilim dünyaları ya da yerli halklar tarafından üretilmiş bilgiler hakkında bir hikâye anlatmak dünyanın neresinde olursan ol çok zor bir iş. Okuyucu ya da dinleyici kitlesindeki pek çok kişi anlattığınızın “gerçek bilim” olmadığını düşünebilir, her ne kadar söz konusu bilgiler etkili olsa da ve istenen sonucu verse de… Çünkü onların bakış açısına göre bu bilgiler, din ya da büyü ile ilişkili unsurlar barındırmakta.
Parçası olduğum akademik araştırma alanında, ilk bakışta çocuklara okullarda okutulanlara kıyasla farklı görünen doğayı kavrayış yöntemlerini ciddiye alıp inceleme konusunda açık fikirlilik söz konusu. Modern dönemde bile, bugün bize acayip gelebilecek ve yerli halklar tarafından üretilmiş bilgilere dayanan araştırma projelerine girişen biliminsanı örnekleri görmek mümkün. Birkaç yıl önce, bu bilim hikâyelerinin bir kısmını Ventricles isimli podcast’in bölümlerinde bir araya getirip dinleyicilerle paylaştım. Umarım ileride bilim tarihini akademi dışındaki daha geniş kitlelerle farklı medya mecralarında paylaşmamı mümkün kılan profesyonellerle çalışma imkânı yakalarım.
Bu tür akademi dışına da hitap eden yayıncılık faaliyetleri hakkında ne düşünüyorsun? Senin ürettiğin podcast bölümleri nasıl tepkiler aldı?
Ventricles ve Ottoman History Podcast için hazırladığım bölümlerle ilgili geri dönüşler almak beni gerçekten çok sevindirdi. Bu bölümleri hazırlarken, hocalarımın ve meslektaşlarımın bu tür medya ortamlarında ürettiğim işlerle ilgili ne söyleyeceklerini düşünmek beni endişelendiriyordu. Bu tür işlerin bir akademisyen için uygun olduğunu düşünürler miydi acaba? Ama neyse ki pek çok akademik araştırmacı akademi dışındaki insanlara da hitap eden bilgi üretimi biçimlerinin ve yeni pedagojik yaklaşımların önemini benimsemiş durumda. Ders verirken çok sayıda duyuya hitap etmeye çalışıyoruz, sadece görmeye değil duymaya da; ve belki bir gün öğrencilerimizin öğrenme kapasitelerini koku, tat ve dokunuşla yoluyla da harekete geçirebileceğiz. Bu yaklaşım, aynı zamanda önemli bir erişilebilirlik uygulaması da içeriyor. Küresel tıp tarihi dersi veren bazı meslektaşlarım örneğin, Amerikalı öğrencilere Ayurveda pratiklerini takdim etmek için benim hazırladığım Ventricles bölümlerinden faydalandılar. Mesleki anlamda bilim ya da tıp tarihi çalışmayan ama konuya meraklı bazı dinleyiciler de bana email yoluyla ulaştılar. Böyle geribildirimler almak, farklı kesimlerin erişebildiği medya içerikleri yayınlama konusundaki kararlılığımı perçinledi.
Sence Ventricles ve Ottoman History Podcast gibi yayınlar hedefledikleri okuyucu ve dinleyici gruplarına ulaşıyorlar mı? Yakın geçmişimizde sosyal medya kullanımının olağanüstü oranda arttığını da hesaba katarsak, söz konusu yayıncılık faaliyetleri, akademisyenlerin ürettiği bilgileri, kamuoyunu ve politika yapıcıları nasıl etkiliyor?
Bu ve benzeri podcast’lerin çoğu zaman hedeflenen dinleyici gruplarına ulaşmadığını itiraf etmeliyim. Öncelikle akademisyenlere hitap ediyorlar ve daha geniş gruplara erişebilmeleri için daha fazla çalışmam gerektiğinin farkındayım. Medya kuruluşlarında çalışan insanlar yıllarca bunun eğitimini alıyorlar. Dolayısıyla bir sonraki proje için yeni işbirliklerine girişmeliyim. Rice Üniversitesi’ndeki meslektaşım Lan Li’nin derslerindeki öğrencilere sömestr boyunca hem bireysel hem de kolektif olarak medya içeriği ürettirişini gıptayla takip ediyorum. Alandaki bu ve benzeri uygulamalar umut verici. Bu aralar fark ettiğim bir şey daha var: Pek çok akademisyen, derslerinde meslektaşlarının resmî araştırma makalelerini öğrencilerine zorla okutmak yerine aynı araştırmacılar tarafından yazılmış blog yazılarını ya da online mecralarda yayınlanmış daha kısa yazılarını işliyorlar. Podcast’ler de benzer yaklaşımları benimseyen akademisyenlerin faydalandığı iletişim araçlarından sadece biri.
Mayıs 2021’de online ortamda verdiğin bir derste “Kimlerin Tarihi? Kimlerin Bilimi?” sorularını irdeliyorsun. Ayrıca, Chimamanda Adiche’nin sözlerinden yola çıkarak, münferit hikâyelerin basmakalıp tipler yarattığını ve bazı hikâyeleri eksik ve kusurlu diye yaftalayıp diğerlerini tek ve değişmez hikâyelere dönüştürdüğünü belirtiyorsun. Dünyanın farklı yerlerinde birlikte yaşamış (ve yaşamaya devam eden) toplulukların hikâyelerinin çokluluğu vurgusu sence ne kadar duyuluyor? Karşı tarafa aktarmakta zorlandığın bir düşünce mi bu?
Karşımdaki herhangi bir insana aktarmam gereken tek bir mesaj varsa, o da günümüz biliminin kesinlikle olumsallığı yani ortaya çıkışının pek çok farklı koşulun bir araya gelmesinin ürünü olduğu. Yani bilimsel faaliyet yürütmek dediğimiz şey çok farklı olabilirdi. Eğer belirli tarihsel olaylar başka şekillerde gelişseydi, belki doktorlar ve biliminsanları inceledikleri insanlarla başka türlü ilişkiler kurabilirdi. CLEAR lab (Civic Laboratory for Environmental Action Research – Çevre Eylem Araştırmaları için Yurttaş Laboratuvarı) örneğinde gördüğümüz gibi, bilimsel inovasyon süreçleri sağlık ve şirketlerin sebep olduğu kirliliğe karşı mücadele veren yerli halklara fayda sağlamayı amaçlasaydı nasıl olurdu? Bir laboratuvarın aksamadan çalışmasını mümkün kılan çok sayıda emekçi, laboratuvar toplantılarına ve entelektüel süreçlere katılsaydı? Bilimsel yayıncılık ve uluslararası işbirlikleri özelinde, İngilizcenin giderek baskınlaşan egemenliği yerine, birden fazla gerçekçi seçenek mümkün olsaydı? Bilim tarihçileri bana bu soruları sormayı öğretti ve çok sayıda politik ya da toplumsal gerçeklik gibi, bilimin de bugünkünden farklı şekillere bürünebileceğini gösterdi. Claire Sabel ile birlikte verdiğimiz, “Kimlerin Tarihi? Kimlerin Bilimi?” başlıklı, herkese açık bir çevrimiçi konuşmada, bilimin günümüzdeki yapılanmasına yol açan tarihsel süreçleri öğrenmenin onun geleceğini şekillendirme adına da kılavuzluk edeceğini öne sürdük.
Pek çok bilimkurgu yazarı bu kılavuzluğun nasıl mümkün olabileceğiyle meşgul. Örneğin Kim Stanley Robinson, The Years of Rice and Salt romanında Avrupa sömürgeciliğinin yaşanmadığı bir dünyada tarih nasıl gelişirdi sorusuna kafa yoruyor. Romandaki kurmaca dünyanın “gelecek” biliminin Batı-dışı epistemolojiler ve dil üzerine inşa edildiğini hayal ediyor. Octavia Butler ise Dawn romanında olaya başka bir yerden yaklaşıyor ve dünyadışından gelen uzaylı bir türün “bilim”i nasıl olurdu ve insanların doğal dünyayı anlama ve manipüle etme yöntemlerine nasıl tepki verirlerdi sorularıyla birlikte düşünüyor. Bu yazarlar, tarih derslerini iyi çalıştıklarından böyle spekülatif hikâyeler üretebiliyorlar.
Bu yüzden, modernite öncesi bilimin tarihi -özellikle sömürgecilik öncesi bilim- bana politik açıdan hayati öneme sahipmiş gibi geliyor. Bu tür çalışmalar her bağlamda aynı ilgi ve önemi arz etmeyebilir. Ama benim çalıştığım bağlamlar, bilimin geçmişteki toplumlarda nasıl farklı konfigürasyonlara sahip olduğunu ve günümüzde de dünyanın muhtelif noktalarında nasıl farklılıklar içerdiğini göstermek adına çok etkili oldu. Sömürge öncesi dönemde üretilmiş bilgiler aslında sömürge ve sömürge-sonrası bağlamlara da sirayet etti; bu sürekliliği gösteren yakın zamanda yapılmış pek çok yayın söz konusu.
Tarihsel süreklilik demişken, halen devam eden Covid-19 küresel salgını hakkında bir soru sormak istiyorum. Pek çok tıp tarihçisi bu salgını geçmişte farklı coğrafyalarda ortaya çıkmış başka örneklerle karşılaştırıyor. (İspanyol Gribi, Kara Veba vd.) Tabii bu tarz popüler kültüre hitap eden anlatılar, içinde bulunduğumuz mevcut durumu açıklamaya yardımcı olacak yegâne örnekler olarak da algılanabiliyor. Halbuki farklı kültürleri, politik akımları ve toplumsal eylemleri içeren çoklu hikâyeleri duymaya ve dolaşıma sokmaya ihtiyacımız var. Geleceğin tıp tarihçilerinin Covid-19’u bir araştırma vakası olarak ele alacağını varsayarsak, sence ne tür küresel salgın hikâyeleri yazılacak?
Yani! Muhtemelen spekülatif kurgu edebiyatı yazarları bu soruya daha bilgece cevaplar verecektir ama ben gerçekleşmesini umduğum bir senaryodan bahsetmek istiyorum. İnsanların salgın boyunca güvende yaşamalarını ve hayatta kalmalarını mümkün kılan sağlık emekçileri ve diğer “temel işlerde çalışanlar”a odaklanan sözlü tarih çalışmaları başladı bile ve şüphesiz başka projeler ortaya çıkmaya devam edecek. Umarım başka tarihçiler de ev ortamında çalışan sağlık hizmeti sağlayıcılarına, bakıcılara, mahalli örgütlenmeden sorumlu olanlara ve diğer aile/cemaat üyelerine odaklanan çalışmalar yürütürler. Umarım resmî kurumlara bağlı olmadan yürütülen çalışmalar, aktivistler ve “karşılıklı yardım” çabaları hatırlanır. Bakım, ihtimam ve karşılıklı yardım çabaları arşivlerde en bariz izleri bırakanlar olmuyor, özellikle ana akım medyanın spot ışıklarının dışında kalınca. Modern dönem öncesi veba salgınlarıyla ilgili bu tarz hikâyeler bulmak kolay değil. Yine de, tarihsel açıdan ünlü figürlere ait arşivler ve mektuplar da dahil olmak üzere, ortaçağ salgınlarının yükünün eşitsiz dağılımına işaret eden kaynaklar mevcut. Eminim çeşitli dinî kurumların takındıkları tutumlar ve insanların bilimsel bilgiyi paylaşma ve yorumlama amaçlı geliştirdikleri özgün yöntemler de ileride araştırma konusu olacaktır. Bu konular, küresel salgın tarihyazımının önemli bir parçasını oluşturuyor ve salgınların resmî kurum arşivlerinin ötesinde kaynaklara başvurularak incelenmesi gerektiği gerçeğini bana tekrar hatırlatıyor.
Söyleşi: Mehmet Ekinci
Görsel: Doğum yapan kadın. Yahya ibn Mahmud el-Wasiti'nin çizimi, Basralı el-Hariri'nin Maqâmât'ından. (Kaynak: Wikimedia Commons.)